Dünyada Küresel Tek Süper Güç ABD

 
Ali Fikret Atun
   

      Ali Fikret Atun

Bilinen düşman, bilinmeyen dosttan daha iyidir. Türk Atasözü
                                          
İkinci Dünya Harbi sona erdiğinde, Komünist ideolojiyi savunan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ile Kapitalist düzeni savunan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) dünyada iki süper güç olarak ortaya çıkmış, böylece iki kutuplu bir dünya kurulmuştu. O dönemde, bu iki süper güç politikalarını, genel olarak, “dünyadaki nüfuz alanlarını genişletme” ve “silahlanma yarışı üzerine” bina etmişlerdi. İkinci Dünya Harbi’nden sonra geçen kırk yıl (1949-1989) iki süper gücün küresel üstünlüğü ele geçirmek için “Soğuk Savaş” (1) mücadelesi içinde geçmiştir.
Yirminci Yüzyılın sonuna gelindiğinde, dünyada köklü değişiklikler olmuş; Komünist ideoloji çökmüş, SSCB parçalanmış, Varşova Paktı dağılmış, Berlin duvarı yıkılmış, Doğu Almanya, Batı Almanya ile birleşmiş ve meydana gelen bu köklü değişikliklerin sonunda iki kutuplu dünya yerini, küresel tek süper güç olan ABD’ne bırakmış; böylece 1949’dan beri iki süper güç arasında devam eden “soğuk savaş” sona ermiş; genelde dünyaya, özelde Batı Avrupa’ya yönelik nükleer harp tehdidi ve genel bir nükleer dünya harbinin yaratacağı felâketin korkusu bir ölçüde ortadan kalkmış, ayrıca, dünyada iki süper güç arasında sürdürülen ideolojik mücadele yerini jeopolitik mücadeleye bırakmıştı.
“Soğuk Savaş” döneminde, SSCB’nin yarattığı tehdit karşısında, NATO’nun (North Atlantic TReaty Organization) bir üyesi ve ABD’nin müttefiki olan Türkiye, 1946’dan itibaren Batı yanlısı bir politika izlemiş ve Batı Avrupa’nın savunmasında kilit rol oynamıştır. Soğuk Savaş’ın sona ermesi; SSCB’nin Batı Avrupa’ya yönelik tehdidin ve nükleer harp olasılığının büyük ölçüde ortadan kalkması üzerine, zor günlerinde Türkiye’nin dostluğuna ve yardımına gereksinim duyan, başta ABD olduğu halde, Batılı müttefiklerin nazarında Türkiye’nin stratejik ortaklığına duydukları ihtiyaç önemli ölçüde azalmış, artık anılan ülkeler onu dost bir ülke olarak değil, her geçen gün Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz bölgelerinde nüfuzu ve etkinliği artan rakip bir ülke olarak görmeye başlamışlardı.
Halen dünyada tek küresel süper güç olan ABD’nin askeri, ekonomik, teknolojik, bilgi ve kültür düzeyine hiçbir ülke ulaşamadığı gibi, yine hiçbir devlet onunla tek başına savaşacak olanak ve yeteneklere sahip değildir. Şu anda ulusal güvenliğine tehdit yaratacak bir düşmanı bulunmayan ve tek küresel süper güç niteliğini koruyan ABD, bu gücünden yararlanarak dünyaya yeni bir düzen getirme planları yapma gayreti içindedir. Bu amaçla, ABD’nin izlediği jeopolitikanın iki ana stratejik hedefi vardır:
1.Dünyada, ABD’ne rakip başka bir küresel süper gücün ortaya çıkmasını önlemek ve tek küresel güç olma özelliğini uzun bir süre daha devam ettirmek. (2)
2.Dünyada mevcut enerji kaynakları ve enerji nakil hatları ile ulaşım yollarını kontrol ve denetim altında bulundurmak. (3)
Birinci Dünya Harbi’nden sonra gerçek anlamda bir stratejik değer olarak ortaya çıkan petrolün 21nci Yüzyıl’da öneminin ve sanayileşmiş ülkelerin petrole duydukları ihtiyaçlarının artış göstermesi karşısında bu iki ana stratejik hedef   – çağın koşulları ne olursa olsun – Amerika’nın izlediği dış politika ile savunma politikasının ve ulusal güvenliğinin temel unsurunu teşkil etmektedir. ABD, bu hedeflerini gerçekleştirebilmek için kuvvet kullanma dâhil, her vasıtayı kullanmayı ve her yolu denemeyi meşru sayan Makyavelist bir politika izlemektedir.
Dünyadaki enerji kaynaklarının ¾’nün bulunduğu Kafkasya, Orta Asya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’de küresel ve/veya bölgesel bir gücün oluşmasını; söz konusu bölgeleri kontrol ve denetim altına almasını ulusal çıkarlarına bir tehdit olarak algılayan Amerika’nın düşünce kuruluşları ve siyasi karar organları, bahse konu enerji kaynakları ile enerji ulaşım hatlarını güvence altına almak üzere, bu bölgelerde Amerika’nın sürekli ve etkin askeri güç bulundurma zorunda olduğu konusunda fikir birliği içindedirler. (4) 
Bu durumda Orta Doğu’da enerji kaynaklarının ABD’nin ulusal çıkarları için taşıdığı yaşamsal önemi dikkate alan eski Amerikan Başkanlarından Jimmy Carter, bu bölgede ABD’nin nüfuzunu ve etkinliğini artıracak, aşağıdaki hedeflere yönelik, “Karter Doktrini”ni ortaya koymuştur. Özetle, Karter Doktrini’nin hedefleri şunlardır:
1.Orta Doğu’da İsrail’in egemen bir devlet olarak varlığını devam ettirmesini sağlamak ve her koşulda onu desteklemek, ABD’nin bir devlet politikasıdır. Bu nedenle Amerika, İsrail’e yapılacak bir tecavüzü kendisine yapılmış saymaktadır.
2.Bölgede ABD’nin menfaatlerine hizmet edecek istikrarlı ve güçlü devletlerin kurulması.
3.Arap-İsrail uyuşmazlığının barışçıl yollardan çözümlenmesi.
4.Amerika’nın Orta Doğu’da yaşamsal çıkarlarına zarar verecek bir gücün oluşmasını ve bölgeyi ele geçirecek girişimlerini, askeri kuvvet kullanmak dâhil, gerekli görülen her tedbiri alarak ve her vasıtayı kullanarak önlemek.
Dünya üzerinde coğrafi konumu, petrol üreten ülkelere yakınlığı, söz konusu ülkeler ile petrol tüketen ülkeler arasında bir enerji köprüsü ve enerji terminali olma yolunda hayli mesafe kat etmiş, jeopolitik ve jeostratejik öneme sahip Türkiye, Balkanlar’da, Kafkasya’da, Orta Asya’da,  Orta Doğu’da ve Doğu Akdeniz’de büyük bir bölgesel güç olma yönünde süratle gelişip kalkınmaktadır. Adı geçen bölgelerde Türkiye’nin artan gücü ile etkinliğini ve bu bölgelerde söz sahibi olmasını ulusal menfaatlerine tehdit olarak algılayan ABD ile Avrupa Birliği (AB), Türkiye’nin parçalanarak, yıpratılmasını ve güçsüz hale getirilip tehdit olmaktan çıkarılmasını öncelikli hedeflerinden biri haline getirmişler; emellerine ulaşmak için yollar ve yöntemler aramaktadırlar.
Türkiye ile Türk milletini çok iyi araştırıp analiz eden şer güçler, Türk ulusunun en zayıf yerini bulmuşlar; amaçlarını gerçekleştirmek için Türkiye’nin etnik ve mezhep farklılıklarını istismar etmekte; PKK, PYD, YPG, IŞİD, THKP-C, FETÖ, v.b. terör örgütlerine (5) her türlü desteği vererek onları bir araç olarak kullanmaktadırlar. 
Osmanlı İmparatorluğu döneminde İstanbul’da elçilik yapmış bir Fransız, Avrupalıların, Türklerin arasına nifak soktuklarına dair fikirlerini aşağıdaki şekilde anlatmaktadır.
“Biz Avrupalılar, Türkleri dünyadan kaldırmak için çok uğraştık. Bu maksatla üzerlerine defalarca Haçlı Orduları ve donanmaları sevk ettik. Amma, ne yazık ki, her defasında mahv-ı perişan olduk.
Bu son derece muharip milleti, dünya üzerinde yok etmenin çaresinin insan ve silah kuvveti olmayacağını çok iyi ve çok acı anladık. Ve yine öğrendik ki, bunun en güzel çaresi; en zayıf tarafları olan birbirlerine tahammül edememeleri ve daima birbirleri ile uğraşmalarından istifade etmek olacaktır. Bunun da en güzel yolu, Türk ilinde ikinci bir Türk devleti daha kurup, bu iki devleti birbirlerine düşürerek her ikisini birbirlerine imha ettirmek ve ikisinden de kurtulmak olacaktır.” demekte idi. (6)
Bu konuda bir İtalyan bilimci de şöyle diyor:
“Türk milletini, ırkını dışarıdan işgale kalkmayın, köşeye sıkışmış kaplan gibi sizi mahveder. Amma içeriden ele geçirirseniz ona her istediğinizi yaparsınız. (7)
Bu iki değerlendirme bize Aristo’nun Büyük İskender’e verdiği aşağıdaki öğüdünü hatırlatmaktadır:
“İnsanlar arasına nifak tohumları ekeceksin; birbirleri ile savaşınca hakem olarak kendini kabul ettireceksin; ama anlaşmaya giden yolları tıkayacaksın”.
İnsanlığın tarihi kadar eski bu sinsi mücadele yöntemini, bugün, ABD geliştirip bir harp doktrini haline getirmiş; küresel üstünlüğünü devam ettirebilmek için her yerde bu doktrini uygulamaktadır. Orta Doğu’da nüfuz kaybına uğrayan ve üstünlüğünü yitirmiş bir çizgiye gelmiş ABD’nin izlediği bölge jeopolitikası, barış ve istikrarı sağlamaya dönük olmaktan ziyade, bölgedeki ulus devletleri birbirlerine düşürüp vesayet savaşları çıkarmak; Orta Doğu’da, kendi himayesinde, Amerika’nın amaçlarına hizmet edecek küçük devletler kurup bu devletlerin toprakları üzerinde tesis edeceği askeri üslerden Orta Doğu’daki hâkimiyetini devam ettirmektir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) oylanan tezkerenin (8) kabul edilmemesi üzerine (1Mart2003), Türkiye-Amerika ilişkilerinde çok ciddi sorunlar yaşanmaya başlanmış; bu tarihten sonra; Türkiye’nin dostu ve müttefiki olduğunu görmezlikten gelen ABD, Türkiye’ye karşı bir düşman gibi davranarak, açıkça onu cezalandırmaya kalkışmıştır.
4Temmuz2003’de, Süleymaniye (Irak) kentinde, 173’ncü Amerikan Hava İndirme Tugayı’nın (Hv. İnd. Tug.) askerleri, Peşmergeleri de (Barzani’ye bağlı milis güç) yanlarına alarak, burada bulunan Türk Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı özel time, karargâhta bulunduğu bir sırada baskın yapmışlar; on bir Türk askeri ve bir Türkmen mihmandarı esir almışlar ve başlarına çuval geçirmişlerdi. Şartlar ne olursa olsun, stratejik ortaklar hiçbir zaman birbirlerine zarar verecek hareketlerde bulunmazlar. ABD’nin, stratejik ortağım dediği Türkiye’ye böyle bir harekette bulunması, asla kabul edilecek dostça bir davranış olamazdı. 
Bu olayın ardından, ABD, Türkiye’nin ulusal güvenliğinin temelini teşkil eden Türk Silahlı Kuvvetleri’ni (TSK) yıpratmak, güç kaybına uğratıp görevlerini yapamayacak hale getirmek için, örgütleyip himaye ettiği FETÖ’yü kullanarak, uydurduğu yapay suçlara dayalı olarak Ergenekon, Balyoz, Ay Işığı, casusluk v.b. kumpas davalarla zamanın Genelkurmay Başkanı dâhil, yüzlerce general/amiral ve subayı hapse atılmasını sağlamış, Genelkurmay Başkanlığı’nın kozmik odasına girerek en gizli bilgilere ulaşmayı başarmıştı. Kısaca, Türk ordusunun 2000 yıllık töresine ve dünyanın takdirini kazanmış gücüne ağır bir darbe vurmuştur.
Bununla da yetinmeyen ABD, güdümündeki FETÖ’yü bir araç olarak kullanarak, Türkiye’de mevcut anayasal düzeni ortadan kaldırmak ve yerine Amerika’nın istediği doğrultuda bir politika izleyecek ve Amerika’nın emellerine hizmet edecek, kendisine yandaş bir devleti iş başına getirmek amacıyla 15Temmuz2016 gecesi başarısız bir hükümet darbesi düzenlemiş ve Türkiye’yi istikrarsızlığa ve iç kargaşaya sürüklemişti. 
Bugün hâlâ, ABD, iradesini Türkiye’ye kabul ettirmek için ülkede mevcut etnik, mezhep, tarikat ve cemaat gibi farklılıkları ve aralarındaki anlaşmazlıkları tahrik edip derinleştirerek Türkiye’nin toprak bütünlüğünü, ulusun birliğini ve devletin anayasal düzenini bozmak için elinden gelen her şeyi yapmaktadır.
IŞİD örgütünün, “Irak-Şam İslam Devleti” ni kurmak üzere Suriye’de başlattığı savaşın bir iç harbe dönüşmesi ve ABD’nin öncülüğünde koalisyon güçlerinin IŞİD ile mücadeleyi gerekçe kılarak Suriye’nin içişlerine müdahale etmesi ve bu durum karşısında Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın talebi üzerine Rusya, Suriye’de askeri rol üslenmiş; Türkiye ve İran’ı da yanına alarak IŞİD’in Suriye’deki varlığına son verip, ülkenin toprak bütünlüğünü korumak; ülkede istikrarı, devlet düzeni ve barışı yeniden tesis etmek için büyük bir gayret sarf etmeye başlamıştı. ABD, bölgede oluşan söz konusu gücün varlığını, Orta Doğu’daki ulusal çıkarlarına ve izlediği bölge politikasına ters düştüğü şeklinde değerlendirdiğinden anılan ülkelerin birlikteliğini ortadan kaldırmak ve onların Orta Doğu üzerindeki etkinliğini en aza indirmek için türlü oyunlar oynamaya başlamış; Türkiye ile İran’da anayasal düzeni ortadan kaldırıp, anılan ülkelerde kendisine yandaş hükümetleri iş başına getirmek için, iç huzursuzluklar çıkarma gayreti içine girmiştir.
Orta Doğu’da gözle görülecek şekilde güç kaybına uğrayan ve etkinliği azalan ABD’nin asıl gayesi, İran’ın kuzey batısı, Irak’ın kuzeyi, Suriye’nin kuzeyi ve Türkiye’nin güney doğusundaki topraklar üzerinde, kökü çok eski tarihe dayalı “Büyük Kürdistan Devleti” ni kurma projesini hayata geçirmektir. Denilebilir ki, Amerika’nın Orta Doğu’da üstünlüğünü devam ettirmek üzere yeni küçük devletler kurup, onları himayesi altına alarak bölgedeki kaynakları kontrol ve denetim altında tutması Orta Doğu politikasının özünü teşkil etmektedir. Bunun yanı sıra, Amerika, Orta Doğu’da kurmayı planlayıp uygulamaya başladığı “Büyük Kürdistan Devleti” projesi ile bu bölgede birer büyük güç olma doğrultusunda gelişip kalkınan Türkiye ile İran’ın güçlenmesini engelleyecek; Orta Doğu ve İsrail için oluşturacakları tehdit ve tehlikeleri ortadan kaldıracaktı. 
Birinci Körfez Savaşı (1990) ve Çekiç Güç sürecinde PKK’ya verdiği üstü örtülü destek, 1Mart tezkeresinin reddedilmesi ve Irak’ın işgal sonrası daha gözle görülür bir hale gelmiştir. Suriye iç savaşı sürecinde, PKK ve Suriye’deki uzantıları PYD ve YPG’yi ( beş bin tır ve üç bin uçak dolusu ) modern silahlarla donatmış, eğitmiş, 60000 mevcutlu muntazam bir orduya dönüştürüp onu meşrulaştırma çabası içine girmiştir.(9) Böylece, ABD uzun yıllardan beri sürdürdüğü “Türk—Amerikan strtejik ortaklığını”, bundan böyle “Kürt – Amerikan denklemi” üzerine oturtmayı ve bölgede her şey olmasa da, çok şeyi bu ortaklığın belirleyeceği kanaatini hafızalara kazımıştır. (10)
ABD’nin himayesi altında ve güdümünde kurulacak “Büyük Kürdistan Devleti” nin toprakları üzerinde konuşlanacak Amerikan kuvvetleri ve kurulacak askeri üsler ona, batı—doğu; kuzey—güney mihverlerinde harekâtta bulunma olanağı sağlayan bir çıkış üssü vazifesi görecektir. Ayni zamanda söz konusu topraklarda üslenecek ABD, buradan Türkiye’yi, Karadeniz’i, Kafkasya’yı, Orta Asya’yı, İran’ı, Orta Doğu’yu ve Doğu Akdeniz’i Kontrol ve denetleme imkânı bulacaktır. Ayrıca kurulacak “ Büyük Kürdistan Devleti”, Orta Doğu’ya ve İsrail’e dönük her türlü tehdidi önleyecek bir kalkan olacaktır. Özetle denilebilir ki, ABD Orta Doğu’da hedeflerini gerçekleştirebilmek için bölgesel büyük güç olan Türkiye ve İran ile “Düşük Şiddette Çatışma” (DŞÇ) içindedir. (11)
 
Sonuç:
 20nci Yüzyıl’ın sonlarında ve 21nci Yüzyıl’ın başlarında Türkiye, belirsizliklerle dolu bir DŞÇ süreci ile karşı karşıya kalmıştır. Adeta, Türkiye’nin dostu ve müttefiki olan ABD ve Batılı büyük devletler bir koalisyon kurmuşlar, Türkiye’yi bölüp parçalamak ve yıpratıp güçsüz hale getirmek için ona karşı ilan edilmemiş bir savaş vermektedirler.
Geçmişten günümüze kadar uzanan zaman dilimi içerisinde hasım ülkenin başka ülkelerle ittifak yapmasına engel olmak, dost ve müttefik ülkeler arasına nifak sokup ittifakı dağıtmak; hedef ülkeyi yalnızlaştırarak zayıf ve güçsüz düşürmek sıkça uygulanan temel bir strateji kuralıdır. Türkiye üzerinde karanlık emeller besleyen şer güçler, Türkiye’nin Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’de bölgesel büyük bir güç olmasını engellemek ve adı geçen bölgelerde ABD ile Batılı büyük devletlerin ulusal çıkarlarına tehdit oluşturmasını ortadan kaldırmak için söz konusu kuralı maharetle ve planlı bir şekilde uygulamaktadırlar. Bu nedenle Türkiye’de, ardı arkası kesilmeyen iç çekişmeler ve terör eylemleri; yersiz, lüzumsuz, hiçbir amaca hizmet etmeyen etnik ve mezhep kavgaları ulusal gücü zayıflatmakta ve düşmanlarının elini güçlendirmektedir.
Bu ölümcül tehdit karşısında, devleti yöneten siyasi kadronun ülkede etnik, dini ve sosyal farklılıkları bir araya getirerek bütünleştirmesi ve ulusal birliği sağlaması, ülkenin toprak bütünlüğünü ve ulusun bölünmezliğini muhafaza etmesi en başta gelen, öncelikli hedefi olmalıdır.
Ayni zamanda, ulusal güvenliğin temeli olan TSK’nin, en kısa sürede harbe hazırlık derecesini ve muharebe kabiliyeti ile muharebe müessiriyeti seviyelerini en üst düzeye getirilerek güçlü bir orduya sahip olma gereği izaha yer bırakmamaktadır.
Türkiye, dünya adası olarak adlandırılan Avrasya Kıtası ile Afrika Kıtası’nın kesişme noktasında, kıyısal özellikler içeren, ancak ağırlıklı olarak, merkezi bir jeopolitik yapıya sahiptir. Merkezi jeopoltiğe sahip ülkeler hem gelişme, hem de çevreden gelecek tehlikeleri doğmadan önleme ihtiyacı duyarlar. Ayrıca, kuşatılma endişesi taşırlar. Türkiye’yi çevreleyen coğrafyalarda yaşayan Türk nüfus, Türkiye’nin nüfusu ile birlikte değerlendirildiğinde ortaya yüz milyonun üzerinde bir kitle çıkmaktadır. Bahse konu coğrafyanın merkezinde yer alan Türkiye’nin ulusal güç kaynaklarını anlamsız ve kısır iç çatışmalarla israf etmeyerek planlı bir şekilde kullanması durumunda, Türkiye’den yayılacak enerjinin çevreyi etkilememesi mümkün değildir. Bu bir jeopolitik güçtür. Türkiye, içeriden ve dışarıdan maruz kaldığı saldırılara rağmen kendi iç sorunlarını çözebildiği sürece, bölgesinde en güçlü devlet olarak varlığını devam ettireceği değerlendirilmektedir.(12) Bu hedefe ancak, bilime öncelik vererek, akıl gücünü birleştirerek, milleti ve devleti bir bütün halinde tutarak ve bölge ülkeleri ile ittifaklar kurarak ulaşılabilir.
 
Dip Notları:
1.Soğuk Savaş:
Silahlı harp türlerinin tabanında yer alan uluslararası gerginliğin aktif bir halidir. Bu savaşta ulusal hedefleri ele geçirmek için silahlı çatışma hariç; politik, ekonomik, teknolojik, sosyolojik, psikolojik, yarı askeri, askeri bütün vasıtalar ile metotları koordineli bir şekilde kullanarak icra edilen bir mücadeledir.
2. Zbigniew Brezezinski, The Grand Chessboard, 1997, Basic Books, New York. S:169
3. Doç. Dr. Birol Akgün, Türkiye tercihe zorlanıyor, 19Kasım2007, Cumhuriyet Strateji, s:18 
4. Onur Öymen, Ulusal Çıkarlar, 5.B, Mart2017, Remzi Kitabevi, İstanbul. s:360.
5. PKK: Kürdistan İşçi Partisi. (Partiya Karakerên Kürdistan); PYD: Demokratik Birlik Partisi. (Partiya Yakitiya Demokrat); YPG: Halk Koruma Birlikleri. (PYD’nin silahlı yapılanması) (Yakıneyên Partisana Gel); IŞİD: Irak Şam; İslam Devleti; THKP-C: Türkiye Halk Kurtuluş Partisi; FETÖ: Fettullahçı Terör Örgütü.
6. Em. Dz. Gv. Alb. M. Celaleddin Orhan, Bir Bahriyelinin Anıları, 1914-1981,Kastaş Yayınları Ocak2001, İstanbul. s:353.
7. Orkun, Temmuz2005,s:13.
8. 1Mart2013 tezkeresi:
Tam adı, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için Hükümete yetki verilmesine ilişkin başbakanlık teskeresi”
ABD, 2003’de Irak’ın kuzeyinde yürüteceği operasyon için Türkiye’den topraklarını ve hava sahasını kullanma izni istemiş ve Amerika’nın bu isteği 1Mart2003’de TBMM’de yapılan oylama ile reddedilmişti.
9. Fikret Bila, ABD’nin PKK ile ortak hedefi,19Mart2018, Hürriyet.
10. Ahmet Emirhan, Çuvaldaki Müttefik,Mart2006, Birhart Yayınları, İstanbul. s:309.
11. Düşük Şiddete çatışma:
20nci Yüzyıl’ın sonlarında ve 21nci Yüzyıl’ın başlarında hızla gelişen ve dünya genelinde yaygın bir şekilde uygulanan bir harp türüdür. Terörün her çeşidini; sinsi, örtülü, yıkıcı, bölücü faaliyetleri; siyasi, ekonomik, sosyal, propaganda dâhil psikolojik vasıtalarla, akla gelebilecek her türlü şiddeti kullanarak hedef ülkenin güvenliğini, refahını ve mevcut anayasal parlamenter düzeni yıkmaya ve/veya işlemez hale getirmeye yönelik faaliyetlerin bütünüdür. Kendine özgü taktikler ve tekniklerle, sınırlı silahları kullanarak dövüşülür. Muntazam ordularla dövüşülen harbin kısasında kalır.
12. Prof. Dr. Ümit Özdağ, Türk Tarihinin Ve Geleceğinin Çerçevesi, 21. Yüzyıl’da Türk Dünyası Jeopolitiği, I.Cilt,2003, ASAM Yayınları, Ankara. s:11
 
Ali Fikret Atun
Em. Tümgeneral
Bilinen düşman, bilinmeyen dosttan daha iyidir. Türk Atasözü
                                          
İkinci Dünya Harbi sona erdiğinde, Komünist ideolojiyi savunan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ile Kapitalist düzeni savunan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) dünyada iki süper güç olarak ortaya çıkmış, böylece iki kutuplu bir dünya kurulmuştu. O dönemde, bu iki süper güç politikalarını, genel olarak, “dünyadaki nüfuz alanlarını genişletme” ve “silahlanma yarışı üzerine” bina etmişlerdi. İkinci Dünya Harbi’nden sonra geçen kırk yıl (1949-1989) iki süper gücün küresel üstünlüğü ele geçirmek için “Soğuk Savaş” (1) mücadelesi içinde geçmiştir.
Yirminci Yüzyılın sonuna gelindiğinde, dünyada köklü değişiklikler olmuş; Komünist ideoloji çökmüş, SSCB parçalanmış, Varşova Paktı dağılmış, Berlin duvarı yıkılmış, Doğu Almanya, Batı Almanya ile birleşmiş ve meydana gelen bu köklü değişikliklerin sonunda iki kutuplu dünya yerini, küresel tek süper güç olan ABD’ne bırakmış; böylece 1949’dan beri iki süper güç arasında devam eden “soğuk savaş” sona ermiş; genelde dünyaya, özelde Batı Avrupa’ya yönelik nükleer harp tehdidi ve genel bir nükleer dünya harbinin yaratacağı felâketin korkusu bir ölçüde ortadan kalkmış, ayrıca, dünyada iki süper güç arasında sürdürülen ideolojik mücadele yerini jeopolitik mücadeleye bırakmıştı.
“Soğuk Savaş” döneminde, SSCB’nin yarattığı tehdit karşısında, NATO’nun (North Atlantic TReaty Organization) bir üyesi ve ABD’nin müttefiki olan Türkiye, 1946’dan itibaren Batı yanlısı bir politika izlemiş ve Batı Avrupa’nın savunmasında kilit rol oynamıştır. Soğuk Savaş’ın sona ermesi; SSCB’nin Batı Avrupa’ya yönelik tehdidin ve nükleer harp olasılığının büyük ölçüde ortadan kalkması üzerine, zor günlerinde Türkiye’nin dostluğuna ve yardımına gereksinim duyan, başta ABD olduğu halde, Batılı müttefiklerin nazarında Türkiye’nin stratejik ortaklığına duydukları ihtiyaç önemli ölçüde azalmış, artık anılan ülkeler onu dost bir ülke olarak değil, her geçen gün Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz bölgelerinde nüfuzu ve etkinliği artan rakip bir ülke olarak görmeye başlamışlardı.
Halen dünyada tek küresel süper güç olan ABD’nin askeri, ekonomik, teknolojik, bilgi ve kültür düzeyine hiçbir ülke ulaşamadığı gibi, yine hiçbir devlet onunla tek başına savaşacak olanak ve yeteneklere sahip değildir. Şu anda ulusal güvenliğine tehdit yaratacak bir düşmanı bulunmayan ve tek küresel süper güç niteliğini koruyan ABD, bu gücünden yararlanarak dünyaya yeni bir düzen getirme planları yapma gayreti içindedir. Bu amaçla, ABD’nin izlediği jeopolitikanın iki ana stratejik hedefi vardır:
1.Dünyada, ABD’ne rakip başka bir küresel süper gücün ortaya çıkmasını önlemek ve tek küresel güç olma özelliğini uzun bir süre daha devam ettirmek. (2)
2.Dünyada mevcut enerji kaynakları ve enerji nakil hatları ile ulaşım yollarını kontrol ve denetim altında bulundurmak. (3)
Birinci Dünya Harbi’nden sonra gerçek anlamda bir stratejik değer olarak ortaya çıkan petrolün 21nci Yüzyıl’da öneminin ve sanayileşmiş ülkelerin petrole duydukları ihtiyaçlarının artış göstermesi karşısında bu iki ana stratejik hedef   – çağın koşulları ne olursa olsun – Amerika’nın izlediği dış politika ile savunma politikasının ve ulusal güvenliğinin temel unsurunu teşkil etmektedir. ABD, bu hedeflerini gerçekleştirebilmek için kuvvet kullanma dâhil, her vasıtayı kullanmayı ve her yolu denemeyi meşru sayan Makyavelist bir politika izlemektedir.
Dünyadaki enerji kaynaklarının ¾’nün bulunduğu Kafkasya, Orta Asya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’de küresel ve/veya bölgesel bir gücün oluşmasını; söz konusu bölgeleri kontrol ve denetim altına almasını ulusal çıkarlarına bir tehdit olarak algılayan Amerika’nın düşünce kuruluşları ve siyasi karar organları, bahse konu enerji kaynakları ile enerji ulaşım hatlarını güvence altına almak üzere, bu bölgelerde Amerika’nın sürekli ve etkin askeri güç bulundurma zorunda olduğu konusunda fikir birliği içindedirler. (4) 
Bu durumda Orta Doğu’da enerji kaynaklarının ABD’nin ulusal çıkarları için taşıdığı yaşamsal önemi dikkate alan eski Amerikan Başkanlarından Jimmy Carter, bu bölgede ABD’nin nüfuzunu ve etkinliğini artıracak, aşağıdaki hedeflere yönelik, “Karter Doktrini”ni ortaya koymuştur. Özetle, Karter Doktrini’nin hedefleri şunlardır:
1.Orta Doğu’da İsrail’in egemen bir devlet olarak varlığını devam ettirmesini sağlamak ve her koşulda onu desteklemek, ABD’nin bir devlet politikasıdır. Bu nedenle Amerika, İsrail’e yapılacak bir tecavüzü kendisine yapılmış saymaktadır.
2.Bölgede ABD’nin menfaatlerine hizmet edecek istikrarlı ve güçlü devletlerin kurulması.
3.Arap-İsrail uyuşmazlığının barışçıl yollardan çözümlenmesi.
4.Amerika’nın Orta Doğu’da yaşamsal çıkarlarına zarar verecek bir gücün oluşmasını ve bölgeyi ele geçirecek girişimlerini, askeri kuvvet kullanmak dâhil, gerekli görülen her tedbiri alarak ve her vasıtayı kullanarak önlemek.
Dünya üzerinde coğrafi konumu, petrol üreten ülkelere yakınlığı, söz konusu ülkeler ile petrol tüketen ülkeler arasında bir enerji köprüsü ve enerji terminali olma yolunda hayli mesafe kat etmiş, jeopolitik ve jeostratejik öneme sahip Türkiye, Balkanlar’da, Kafkasya’da, Orta Asya’da,  Orta Doğu’da ve Doğu Akdeniz’de büyük bir bölgesel güç olma yönünde süratle gelişip kalkınmaktadır. Adı geçen bölgelerde Türkiye’nin artan gücü ile etkinliğini ve bu bölgelerde söz sahibi olmasını ulusal menfaatlerine tehdit olarak algılayan ABD ile Avrupa Birliği (AB), Türkiye’nin parçalanarak, yıpratılmasını ve güçsüz hale getirilip tehdit olmaktan çıkarılmasını öncelikli hedeflerinden biri haline getirmişler; emellerine ulaşmak için yollar ve yöntemler aramaktadırlar.
Türkiye ile Türk milletini çok iyi araştırıp analiz eden şer güçler, Türk ulusunun en zayıf yerini bulmuşlar; amaçlarını gerçekleştirmek için Türkiye’nin etnik ve mezhep farklılıklarını istismar etmekte; PKK, PYD, YPG, IŞİD, THKP-C, FETÖ, v.b. terör örgütlerine (5) her türlü desteği vererek onları bir araç olarak kullanmaktadırlar. 
Osmanlı İmparatorluğu döneminde İstanbul’da elçilik yapmış bir Fransız, Avrupalıların, Türklerin arasına nifak soktuklarına dair fikirlerini aşağıdaki şekilde anlatmaktadır.
“Biz Avrupalılar, Türkleri dünyadan kaldırmak için çok uğraştık. Bu maksatla üzerlerine defalarca Haçlı Orduları ve donanmaları sevk ettik. Amma, ne yazık ki, her defasında mahv-ı perişan olduk.
Bu son derece muharip milleti, dünya üzerinde yok etmenin çaresinin insan ve silah kuvveti olmayacağını çok iyi ve çok acı anladık. Ve yine öğrendik ki, bunun en güzel çaresi; en zayıf tarafları olan birbirlerine tahammül edememeleri ve daima birbirleri ile uğraşmalarından istifade etmek olacaktır. Bunun da en güzel yolu, Türk ilinde ikinci bir Türk devleti daha kurup, bu iki devleti birbirlerine düşürerek her ikisini birbirlerine imha ettirmek ve ikisinden de kurtulmak olacaktır.” demekte idi. (6)
Bu konuda bir İtalyan bilimci de şöyle diyor:
“Türk milletini, ırkını dışarıdan işgale kalkmayın, köşeye sıkışmış kaplan gibi sizi mahveder. Amma içeriden ele geçirirseniz ona her istediğinizi yaparsınız. (7)
Bu iki değerlendirme bize Aristo’nun Büyük İskender’e verdiği aşağıdaki öğüdünü hatırlatmaktadır:
“İnsanlar arasına nifak tohumları ekeceksin; birbirleri ile savaşınca hakem olarak kendini kabul ettireceksin; ama anlaşmaya giden yolları tıkayacaksın”.
İnsanlığın tarihi kadar eski bu sinsi mücadele yöntemini, bugün, ABD geliştirip bir harp doktrini haline getirmiş; küresel üstünlüğünü devam ettirebilmek için her yerde bu doktrini uygulamaktadır. Orta Doğu’da nüfuz kaybına uğrayan ve üstünlüğünü yitirmiş bir çizgiye gelmiş ABD’nin izlediği bölge jeopolitikası, barış ve istikrarı sağlamaya dönük olmaktan ziyade, bölgedeki ulus devletleri birbirlerine düşürüp vesayet savaşları çıkarmak; Orta Doğu’da, kendi himayesinde, Amerika’nın amaçlarına hizmet edecek küçük devletler kurup bu devletlerin toprakları üzerinde tesis edeceği askeri üslerden Orta Doğu’daki hâkimiyetini devam ettirmektir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) oylanan tezkerenin (8) kabul edilmemesi üzerine (1Mart2003), Türkiye-Amerika ilişkilerinde çok ciddi sorunlar yaşanmaya başlanmış; bu tarihten sonra; Türkiye’nin dostu ve müttefiki olduğunu görmezlikten gelen ABD, Türkiye’ye karşı bir düşman gibi davranarak, açıkça onu cezalandırmaya kalkışmıştır.
4Temmuz2003’de, Süleymaniye (Irak) kentinde, 173’ncü Amerikan Hava İndirme Tugayı’nın (Hv. İnd. Tug.) askerleri, Peşmergeleri de (Barzani’ye bağlı milis güç) yanlarına alarak, burada bulunan Türk Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı özel time, karargâhta bulunduğu bir sırada baskın yapmışlar; on bir Türk askeri ve bir Türkmen mihmandarı esir almışlar ve başlarına çuval geçirmişlerdi. Şartlar ne olursa olsun, stratejik ortaklar hiçbir zaman birbirlerine zarar verecek hareketlerde bulunmazlar. ABD’nin, stratejik ortağım dediği Türkiye’ye böyle bir harekette bulunması, asla kabul edilecek dostça bir davranış olamazdı. 
Bu olayın ardından, ABD, Türkiye’nin ulusal güvenliğinin temelini teşkil eden Türk Silahlı Kuvvetleri’ni (TSK) yıpratmak, güç kaybına uğratıp görevlerini yapamayacak hale getirmek için, örgütleyip himaye ettiği FETÖ’yü kullanarak, uydurduğu yapay suçlara dayalı olarak Ergenekon, Balyoz, Ay Işığı, casusluk v.b. kumpas davalarla zamanın Genelkurmay Başkanı dâhil, yüzlerce general/amiral ve subayı hapse atılmasını sağlamış, Genelkurmay Başkanlığı’nın kozmik odasına girerek en gizli bilgilere ulaşmayı başarmıştı. Kısaca, Türk ordusunun 2000 yıllık töresine ve dünyanın takdirini kazanmış gücüne ağır bir darbe vurmuştur.
Bununla da yetinmeyen ABD, güdümündeki FETÖ’yü bir araç olarak kullanarak, Türkiye’de mevcut anayasal düzeni ortadan kaldırmak ve yerine Amerika’nın istediği doğrultuda bir politika izleyecek ve Amerika’nın emellerine hizmet edecek, kendisine yandaş bir devleti iş başına getirmek amacıyla 15Temmuz2016 gecesi başarısız bir hükümet darbesi düzenlemiş ve Türkiye’yi istikrarsızlığa ve iç kargaşaya sürüklemişti. 
Bugün hâlâ, ABD, iradesini Türkiye’ye kabul ettirmek için ülkede mevcut etnik, mezhep, tarikat ve cemaat gibi farklılıkları ve aralarındaki anlaşmazlıkları tahrik edip derinleştirerek Türkiye’nin toprak bütünlüğünü, ulusun birliğini ve devletin anayasal düzenini bozmak için elinden gelen her şeyi yapmaktadır.
IŞİD örgütünün, “Irak-Şam İslam Devleti” ni kurmak üzere Suriye’de başlattığı savaşın bir iç harbe dönüşmesi ve ABD’nin öncülüğünde koalisyon güçlerinin IŞİD ile mücadeleyi gerekçe kılarak Suriye’nin içişlerine müdahale etmesi ve bu durum karşısında Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın talebi üzerine Rusya, Suriye’de askeri rol üslenmiş; Türkiye ve İran’ı da yanına alarak IŞİD’in Suriye’deki varlığına son verip, ülkenin toprak bütünlüğünü korumak; ülkede istikrarı, devlet düzeni ve barışı yeniden tesis etmek için büyük bir gayret sarf etmeye başlamıştı. ABD, bölgede oluşan söz konusu gücün varlığını, Orta Doğu’daki ulusal çıkarlarına ve izlediği bölge politikasına ters düştüğü şeklinde değerlendirdiğinden anılan ülkelerin birlikteliğini ortadan kaldırmak ve onların Orta Doğu üzerindeki etkinliğini en aza indirmek için türlü oyunlar oynamaya başlamış; Türkiye ile İran’da anayasal düzeni ortadan kaldırıp, anılan ülkelerde kendisine yandaş hükümetleri iş başına getirmek için, iç huzursuzluklar çıkarma gayreti içine girmiştir.
Orta Doğu’da gözle görülecek şekilde güç kaybına uğrayan ve etkinliği azalan ABD’nin asıl gayesi, İran’ın kuzey batısı, Irak’ın kuzeyi, Suriye’nin kuzeyi ve Türkiye’nin güney doğusundaki topraklar üzerinde, kökü çok eski tarihe dayalı “Büyük Kürdistan Devleti” ni kurma projesini hayata geçirmektir. Denilebilir ki, Amerika’nın Orta Doğu’da üstünlüğünü devam ettirmek üzere yeni küçük devletler kurup, onları himayesi altına alarak bölgedeki kaynakları kontrol ve denetim altında tutması Orta Doğu politikasının özünü teşkil etmektedir. Bunun yanı sıra, Amerika, Orta Doğu’da kurmayı planlayıp uygulamaya başladığı “Büyük Kürdistan Devleti” projesi ile bu bölgede birer büyük güç olma doğrultusunda gelişip kalkınan Türkiye ile İran’ın güçlenmesini engelleyecek; Orta Doğu ve İsrail için oluşturacakları tehdit ve tehlikeleri ortadan kaldıracaktı. 
Birinci Körfez Savaşı (1990) ve Çekiç Güç sürecinde PKK’ya verdiği üstü örtülü destek, 1Mart tezkeresinin reddedilmesi ve Irak’ın işgal sonrası daha gözle görülür bir hale gelmiştir. Suriye iç savaşı sürecinde, PKK ve Suriye’deki uzantıları PYD ve YPG’yi ( beş bin tır ve üç bin uçak dolusu ) modern silahlarla donatmış, eğitmiş, 60000 mevcutlu muntazam bir orduya dönüştürüp onu meşrulaştırma çabası içine girmiştir.(9) Böylece, ABD uzun yıllardan beri sürdürdüğü “Türk—Amerikan strtejik ortaklığını”, bundan böyle “Kürt – Amerikan denklemi” üzerine oturtmayı ve bölgede her şey olmasa da, çok şeyi bu ortaklığın belirleyeceği kanaatini hafızalara kazımıştır. (10)
ABD’nin himayesi altında ve güdümünde kurulacak “Büyük Kürdistan Devleti” nin toprakları üzerinde konuşlanacak Amerikan kuvvetleri ve kurulacak askeri üsler ona, batı—doğu; kuzey—güney mihverlerinde harekâtta bulunma olanağı sağlayan bir çıkış üssü vazifesi görecektir. Ayni zamanda söz konusu topraklarda üslenecek ABD, buradan Türkiye’yi, Karadeniz’i, Kafkasya’yı, Orta Asya’yı, İran’ı, Orta Doğu’yu ve Doğu Akdeniz’i Kontrol ve denetleme imkânı bulacaktır. Ayrıca kurulacak “ Büyük Kürdistan Devleti”, Orta Doğu’ya ve İsrail’e dönük her türlü tehdidi önleyecek bir kalkan olacaktır. Özetle denilebilir ki, ABD Orta Doğu’da hedeflerini gerçekleştirebilmek için bölgesel büyük güç olan Türkiye ve İran ile “Düşük Şiddette Çatışma” (DŞÇ) içindedir. (11)
 
Sonuç:
 20nci Yüzyıl’ın sonlarında ve 21nci Yüzyıl’ın başlarında Türkiye, belirsizliklerle dolu bir DŞÇ süreci ile karşı karşıya kalmıştır. Adeta, Türkiye’nin dostu ve müttefiki olan ABD ve Batılı büyük devletler bir koalisyon kurmuşlar, Türkiye’yi bölüp parçalamak ve yıpratıp güçsüz hale getirmek için ona karşı ilan edilmemiş bir savaş vermektedirler.
Geçmişten günümüze kadar uzanan zaman dilimi içerisinde hasım ülkenin başka ülkelerle ittifak yapmasına engel olmak, dost ve müttefik ülkeler arasına nifak sokup ittifakı dağıtmak; hedef ülkeyi yalnızlaştırarak zayıf ve güçsüz düşürmek sıkça uygulanan temel bir strateji kuralıdır. Türkiye üzerinde karanlık emeller besleyen şer güçler, Türkiye’nin Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’de bölgesel büyük bir güç olmasını engellemek ve adı geçen bölgelerde ABD ile Batılı büyük devletlerin ulusal çıkarlarına tehdit oluşturmasını ortadan kaldırmak için söz konusu kuralı maharetle ve planlı bir şekilde uygulamaktadırlar. Bu nedenle Türkiye’de, ardı arkası kesilmeyen iç çekişmeler ve terör eylemleri; yersiz, lüzumsuz, hiçbir amaca hizmet etmeyen etnik ve mezhep kavgaları ulusal gücü zayıflatmakta ve düşmanlarının elini güçlendirmektedir.
Bu ölümcül tehdit karşısında, devleti yöneten siyasi kadronun ülkede etnik, dini ve sosyal farklılıkları bir araya getirerek bütünleştirmesi ve ulusal birliği sağlaması, ülkenin toprak bütünlüğünü ve ulusun bölünmezliğini muhafaza etmesi en başta gelen, öncelikli hedefi olmalıdır.
Ayni zamanda, ulusal güvenliğin temeli olan TSK’nin, en kısa sürede harbe hazırlık derecesini ve muharebe kabiliyeti ile muharebe müessiriyeti seviyelerini en üst düzeye getirilerek güçlü bir orduya sahip olma gereği izaha yer bırakmamaktadır.
Türkiye, dünya adası olarak adlandırılan Avrasya Kıtası ile Afrika Kıtası’nın kesişme noktasında, kıyısal özellikler içeren, ancak ağırlıklı olarak, merkezi bir jeopolitik yapıya sahiptir. Merkezi jeopoltiğe sahip ülkeler hem gelişme, hem de çevreden gelecek tehlikeleri doğmadan önleme ihtiyacı duyarlar. Ayrıca, kuşatılma endişesi taşırlar. Türkiye’yi çevreleyen coğrafyalarda yaşayan Türk nüfus, Türkiye’nin nüfusu ile birlikte değerlendirildiğinde ortaya yüz milyonun üzerinde bir kitle çıkmaktadır. Bahse konu coğrafyanın merkezinde yer alan Türkiye’nin ulusal güç kaynaklarını anlamsız ve kısır iç çatışmalarla israf etmeyerek planlı bir şekilde kullanması durumunda, Türkiye’den yayılacak enerjinin çevreyi etkilememesi mümkün değildir. Bu bir jeopolitik güçtür. Türkiye, içeriden ve dışarıdan maruz kaldığı saldırılara rağmen kendi iç sorunlarını çözebildiği sürece, bölgesinde en güçlü devlet olarak varlığını devam ettireceği değerlendirilmektedir.(12) Bu hedefe ancak, bilime öncelik vererek, akıl gücünü birleştirerek, milleti ve devleti bir bütün halinde tutarak ve bölge ülkeleri ile ittifaklar kurarak ulaşılabilir.
 
Dip Notları:
1.Soğuk Savaş:
Silahlı harp türlerinin tabanında yer alan uluslararası gerginliğin aktif bir halidir. Bu savaşta ulusal hedefleri ele geçirmek için silahlı çatışma hariç; politik, ekonomik, teknolojik, sosyolojik, psikolojik, yarı askeri, askeri bütün vasıtalar ile metotları koordineli bir şekilde kullanarak icra edilen bir mücadeledir.
2. Zbigniew Brezezinski, The Grand Chessboard, 1997, Basic Books, New York. S:169
3. Doç. Dr. Birol Akgün, Türkiye tercihe zorlanıyor, 19Kasım2007, Cumhuriyet Strateji, s:18 
4. Onur Öymen, Ulusal Çıkarlar, 5.B, Mart2017, Remzi Kitabevi, İstanbul. s:360.
5. PKK: Kürdistan İşçi Partisi. (Partiya Karakerên Kürdistan); PYD: Demokratik Birlik Partisi. (Partiya Yakitiya Demokrat); YPG: Halk Koruma Birlikleri. (PYD’nin silahlı yapılanması) (Yakıneyên Partisana Gel); IŞİD: Irak Şam; İslam Devleti; THKP-C: Türkiye Halk Kurtuluş Partisi; FETÖ: Fettullahçı Terör Örgütü.
6. Em. Dz. Gv. Alb. M. Celaleddin Orhan, Bir Bahriyelinin Anıları, 1914-1981,Kastaş Yayınları Ocak2001, İstanbul. s:353.
7. Orkun, Temmuz2005,s:13.
8. 1Mart2013 tezkeresi:
Tam adı, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için Hükümete yetki verilmesine ilişkin başbakanlık teskeresi”
ABD, 2003’de Irak’ın kuzeyinde yürüteceği operasyon için Türkiye’den topraklarını ve hava sahasını kullanma izni istemiş ve Amerika’nın bu isteği 1Mart2003’de TBMM’de yapılan oylama ile reddedilmişti.
9. Fikret Bila, ABD’nin PKK ile ortak hedefi,19Mart2018, Hürriyet.
10. Ahmet Emirhan, Çuvaldaki Müttefik,Mart2006, Birhart Yayınları, İstanbul. s:309.
11. Düşük Şiddete çatışma:
20nci Yüzyıl’ın sonlarında ve 21nci Yüzyıl’ın başlarında hızla gelişen ve dünya genelinde yaygın bir şekilde uygulanan bir harp türüdür. Terörün her çeşidini; sinsi, örtülü, yıkıcı, bölücü faaliyetleri; siyasi, ekonomik, sosyal, propaganda dâhil psikolojik vasıtalarla, akla gelebilecek her türlü şiddeti kullanarak hedef ülkenin güvenliğini, refahını ve mevcut anayasal parlamenter düzeni yıkmaya ve/veya işlemez hale getirmeye yönelik faaliyetlerin bütünüdür. Kendine özgü taktikler ve tekniklerle, sınırlı silahları kullanarak dövüşülür. Muntazam ordularla dövüşülen harbin kısasında kalır.
12. Prof. Dr. Ümit Özdağ, Türk Tarihinin Ve Geleceğinin Çerçevesi, 21. Yüzyıl’da Türk Dünyası Jeopolitiği, I.Cilt,2003, ASAM Yayınları, Ankara. s:11
 
Ali Fikret Atun
Em. Tümgeneral
Bilinen düşman, bilinmeyen dosttan daha iyidir. Türk Atasözü
                                          
İkinci Dünya Harbi sona erdiğinde, Komünist ideolojiyi savunan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ile Kapitalist düzeni savunan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) dünyada iki süper güç olarak ortaya çıkmış, böylece iki kutuplu bir dünya kurulmuştu. O dönemde, bu iki süper güç politikalarını, genel olarak, “dünyadaki nüfuz alanlarını genişletme” ve “silahlanma yarışı üzerine” bina etmişlerdi. İkinci Dünya Harbi’nden sonra geçen kırk yıl (1949-1989) iki süper gücün küresel üstünlüğü ele geçirmek için “Soğuk Savaş” (1) mücadelesi içinde geçmiştir.
Yirminci Yüzyılın sonuna gelindiğinde, dünyada köklü değişiklikler olmuş; Komünist ideoloji çökmüş, SSCB parçalanmış, Varşova Paktı dağılmış, Berlin duvarı yıkılmış, Doğu Almanya, Batı Almanya ile birleşmiş ve meydana gelen bu köklü değişikliklerin sonunda iki kutuplu dünya yerini, küresel tek süper güç olan ABD’ne bırakmış; böylece 1949’dan beri iki süper güç arasında devam eden “soğuk savaş” sona ermiş; genelde dünyaya, özelde Batı Avrupa’ya yönelik nükleer harp tehdidi ve genel bir nükleer dünya harbinin yaratacağı felâketin korkusu bir ölçüde ortadan kalkmış, ayrıca, dünyada iki süper güç arasında sürdürülen ideolojik mücadele yerini jeopolitik mücadeleye bırakmıştı.
“Soğuk Savaş” döneminde, SSCB’nin yarattığı tehdit karşısında, NATO’nun (North Atlantic TReaty Organization) bir üyesi ve ABD’nin müttefiki olan Türkiye, 1946’dan itibaren Batı yanlısı bir politika izlemiş ve Batı Avrupa’nın savunmasında kilit rol oynamıştır. Soğuk Savaş’ın sona ermesi; SSCB’nin Batı Avrupa’ya yönelik tehdidin ve nükleer harp olasılığının büyük ölçüde ortadan kalkması üzerine, zor günlerinde Türkiye’nin dostluğuna ve yardımına gereksinim duyan, başta ABD olduğu halde, Batılı müttefiklerin nazarında Türkiye’nin stratejik ortaklığına duydukları ihtiyaç önemli ölçüde azalmış, artık anılan ülkeler onu dost bir ülke olarak değil, her geçen gün Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz bölgelerinde nüfuzu ve etkinliği artan rakip bir ülke olarak görmeye başlamışlardı.
Halen dünyada tek küresel süper güç olan ABD’nin askeri, ekonomik, teknolojik, bilgi ve kültür düzeyine hiçbir ülke ulaşamadığı gibi, yine hiçbir devlet onunla tek başına savaşacak olanak ve yeteneklere sahip değildir. Şu anda ulusal güvenliğine tehdit yaratacak bir düşmanı bulunmayan ve tek küresel süper güç niteliğini koruyan ABD, bu gücünden yararlanarak dünyaya yeni bir düzen getirme planları yapma gayreti içindedir. Bu amaçla, ABD’nin izlediği jeopolitikanın iki ana stratejik hedefi vardır:
1.Dünyada, ABD’ne rakip başka bir küresel süper gücün ortaya çıkmasını önlemek ve tek küresel güç olma özelliğini uzun bir süre daha devam ettirmek. (2)
2.Dünyada mevcut enerji kaynakları ve enerji nakil hatları ile ulaşım yollarını kontrol ve denetim altında bulundurmak. (3)
Birinci Dünya Harbi’nden sonra gerçek anlamda bir stratejik değer olarak ortaya çıkan petrolün 21nci Yüzyıl’da öneminin ve sanayileşmiş ülkelerin petrole duydukları ihtiyaçlarının artış göstermesi karşısında bu iki ana stratejik hedef   – çağın koşulları ne olursa olsun – Amerika’nın izlediği dış politika ile savunma politikasının ve ulusal güvenliğinin temel unsurunu teşkil etmektedir. ABD, bu hedeflerini gerçekleştirebilmek için kuvvet kullanma dâhil, her vasıtayı kullanmayı ve her yolu denemeyi meşru sayan Makyavelist bir politika izlemektedir.
Dünyadaki enerji kaynaklarının ¾’nün bulunduğu Kafkasya, Orta Asya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’de küresel ve/veya bölgesel bir gücün oluşmasını; söz konusu bölgeleri kontrol ve denetim altına almasını ulusal çıkarlarına bir tehdit olarak algılayan Amerika’nın düşünce kuruluşları ve siyasi karar organları, bahse konu enerji kaynakları ile enerji ulaşım hatlarını güvence altına almak üzere, bu bölgelerde Amerika’nın sürekli ve etkin askeri güç bulundurma zorunda olduğu konusunda fikir birliği içindedirler. (4) 
Bu durumda Orta Doğu’da enerji kaynaklarının ABD’nin ulusal çıkarları için taşıdığı yaşamsal önemi dikkate alan eski Amerikan Başkanlarından Jimmy Carter, bu bölgede ABD’nin nüfuzunu ve etkinliğini artıracak, aşağıdaki hedeflere yönelik, “Karter Doktrini”ni ortaya koymuştur. Özetle, Karter Doktrini’nin hedefleri şunlardır:
1.Orta Doğu’da İsrail’in egemen bir devlet olarak varlığını devam ettirmesini sağlamak ve her koşulda onu desteklemek, ABD’nin bir devlet politikasıdır. Bu nedenle Amerika, İsrail’e yapılacak bir tecavüzü kendisine yapılmış saymaktadır.
2.Bölgede ABD’nin menfaatlerine hizmet edecek istikrarlı ve güçlü devletlerin kurulması.
3.Arap-İsrail uyuşmazlığının barışçıl yollardan çözümlenmesi.
4.Amerika’nın Orta Doğu’da yaşamsal çıkarlarına zarar verecek bir gücün oluşmasını ve bölgeyi ele geçirecek girişimlerini, askeri kuvvet kullanmak dâhil, gerekli görülen her tedbiri alarak ve her vasıtayı kullanarak önlemek.
Dünya üzerinde coğrafi konumu, petrol üreten ülkelere yakınlığı, söz konusu ülkeler ile petrol tüketen ülkeler arasında bir enerji köprüsü ve enerji terminali olma yolunda hayli mesafe kat etmiş, jeopolitik ve jeostratejik öneme sahip Türkiye, Balkanlar’da, Kafkasya’da, Orta Asya’da,  Orta Doğu’da ve Doğu Akdeniz’de büyük bir bölgesel güç olma yönünde süratle gelişip kalkınmaktadır. Adı geçen bölgelerde Türkiye’nin artan gücü ile etkinliğini ve bu bölgelerde söz sahibi olmasını ulusal menfaatlerine tehdit olarak algılayan ABD ile Avrupa Birliği (AB), Türkiye’nin parçalanarak, yıpratılmasını ve güçsüz hale getirilip tehdit olmaktan çıkarılmasını öncelikli hedeflerinden biri haline getirmişler; emellerine ulaşmak için yollar ve yöntemler aramaktadırlar.
Türkiye ile Türk milletini çok iyi araştırıp analiz eden şer güçler, Türk ulusunun en zayıf yerini bulmuşlar; amaçlarını gerçekleştirmek için Türkiye’nin etnik ve mezhep farklılıklarını istismar etmekte; PKK, PYD, YPG, IŞİD, THKP-C, FETÖ, v.b. terör örgütlerine (5) her türlü desteği vererek onları bir araç olarak kullanmaktadırlar. 
Osmanlı İmparatorluğu döneminde İstanbul’da elçilik yapmış bir Fransız, Avrupalıların, Türklerin arasına nifak soktuklarına dair fikirlerini aşağıdaki şekilde anlatmaktadır.
“Biz Avrupalılar, Türkleri dünyadan kaldırmak için çok uğraştık. Bu maksatla üzerlerine defalarca Haçlı Orduları ve donanmaları sevk ettik. Amma, ne yazık ki, her defasında mahv-ı perişan olduk.
Bu son derece muharip milleti, dünya üzerinde yok etmenin çaresinin insan ve silah kuvveti olmayacağını çok iyi ve çok acı anladık. Ve yine öğrendik ki, bunun en güzel çaresi; en zayıf tarafları olan birbirlerine tahammül edememeleri ve daima birbirleri ile uğraşmalarından istifade etmek olacaktır. Bunun da en güzel yolu, Türk ilinde ikinci bir Türk devleti daha kurup, bu iki devleti birbirlerine düşürerek her ikisini birbirlerine imha ettirmek ve ikisinden de kurtulmak olacaktır.” demekte idi. (6)
Bu konuda bir İtalyan bilimci de şöyle diyor:
“Türk milletini, ırkını dışarıdan işgale kalkmayın, köşeye sıkışmış kaplan gibi sizi mahveder. Amma içeriden ele geçirirseniz ona her istediğinizi yaparsınız. (7)
Bu iki değerlendirme bize Aristo’nun Büyük İskender’e verdiği aşağıdaki öğüdünü hatırlatmaktadır:
“İnsanlar arasına nifak tohumları ekeceksin; birbirleri ile savaşınca hakem olarak kendini kabul ettireceksin; ama anlaşmaya giden yolları tıkayacaksın”.
İnsanlığın tarihi kadar eski bu sinsi mücadele yöntemini, bugün, ABD geliştirip bir harp doktrini haline getirmiş; küresel üstünlüğünü devam ettirebilmek için her yerde bu doktrini uygulamaktadır. Orta Doğu’da nüfuz kaybına uğrayan ve üstünlüğünü yitirmiş bir çizgiye gelmiş ABD’nin izlediği bölge jeopolitikası, barış ve istikrarı sağlamaya dönük olmaktan ziyade, bölgedeki ulus devletleri birbirlerine düşürüp vesayet savaşları çıkarmak; Orta Doğu’da, kendi himayesinde, Amerika’nın amaçlarına hizmet edecek küçük devletler kurup bu devletlerin toprakları üzerinde tesis edeceği askeri üslerden Orta Doğu’daki hâkimiyetini devam ettirmektir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) oylanan tezkerenin (8) kabul edilmemesi üzerine (1Mart2003), Türkiye-Amerika ilişkilerinde çok ciddi sorunlar yaşanmaya başlanmış; bu tarihten sonra; Türkiye’nin dostu ve müttefiki olduğunu görmezlikten gelen ABD, Türkiye’ye karşı bir düşman gibi davranarak, açıkça onu cezalandırmaya kalkışmıştır.
4Temmuz2003’de, Süleymaniye (Irak) kentinde, 173’ncü Amerikan Hava İndirme Tugayı’nın (Hv. İnd. Tug.) askerleri, Peşmergeleri de (Barzani’ye bağlı milis güç) yanlarına alarak, burada bulunan Türk Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı özel time, karargâhta bulunduğu bir sırada baskın yapmışlar; on bir Türk askeri ve bir Türkmen mihmandarı esir almışlar ve başlarına çuval geçirmişlerdi. Şartlar ne olursa olsun, stratejik ortaklar hiçbir zaman birbirlerine zarar verecek hareketlerde bulunmazlar. ABD’nin, stratejik ortağım dediği Türkiye’ye böyle bir harekette bulunması, asla kabul edilecek dostça bir davranış olamazdı. 
Bu olayın ardından, ABD, Türkiye’nin ulusal güvenliğinin temelini teşkil eden Türk Silahlı Kuvvetleri’ni (TSK) yıpratmak, güç kaybına uğratıp görevlerini yapamayacak hale getirmek için, örgütleyip himaye ettiği FETÖ’yü kullanarak, uydurduğu yapay suçlara dayalı olarak Ergenekon, Balyoz, Ay Işığı, casusluk v.b. kumpas davalarla zamanın Genelkurmay Başkanı dâhil, yüzlerce general/amiral ve subayı hapse atılmasını sağlamış, Genelkurmay Başkanlığı’nın kozmik odasına girerek en gizli bilgilere ulaşmayı başarmıştı. Kısaca, Türk ordusunun 2000 yıllık töresine ve dünyanın takdirini kazanmış gücüne ağır bir darbe vurmuştur.
Bununla da yetinmeyen ABD, güdümündeki FETÖ’yü bir araç olarak kullanarak, Türkiye’de mevcut anayasal düzeni ortadan kaldırmak ve yerine Amerika’nın istediği doğrultuda bir politika izleyecek ve Amerika’nın emellerine hizmet edecek, kendisine yandaş bir devleti iş başına getirmek amacıyla 15Temmuz2016 gecesi başarısız bir hükümet darbesi düzenlemiş ve Türkiye’yi istikrarsızlığa ve iç kargaşaya sürüklemişti. 
Bugün hâlâ, ABD, iradesini Türkiye’ye kabul ettirmek için ülkede mevcut etnik, mezhep, tarikat ve cemaat gibi farklılıkları ve aralarındaki anlaşmazlıkları tahrik edip derinleştirerek Türkiye’nin toprak bütünlüğünü, ulusun birliğini ve devletin anayasal düzenini bozmak için elinden gelen her şeyi yapmaktadır.
IŞİD örgütünün, “Irak-Şam İslam Devleti” ni kurmak üzere Suriye’de başlattığı savaşın bir iç harbe dönüşmesi ve ABD’nin öncülüğünde koalisyon güçlerinin IŞİD ile mücadeleyi gerekçe kılarak Suriye’nin içişlerine müdahale etmesi ve bu durum karşısında Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın talebi üzerine Rusya, Suriye’de askeri rol üslenmiş; Türkiye ve İran’ı da yanına alarak IŞİD’in Suriye’deki varlığına son verip, ülkenin toprak bütünlüğünü korumak; ülkede istikrarı, devlet düzeni ve barışı yeniden tesis etmek için büyük bir gayret sarf etmeye başlamıştı. ABD, bölgede oluşan söz konusu gücün varlığını, Orta Doğu’daki ulusal çıkarlarına ve izlediği bölge politikasına ters düştüğü şeklinde değerlendirdiğinden anılan ülkelerin birlikteliğini ortadan kaldırmak ve onların Orta Doğu üzerindeki etkinliğini en aza indirmek için türlü oyunlar oynamaya başlamış; Türkiye ile İran’da anayasal düzeni ortadan kaldırıp, anılan ülkelerde kendisine yandaş hükümetleri iş başına getirmek için, iç huzursuzluklar çıkarma gayreti içine girmiştir.
Orta Doğu’da gözle görülecek şekilde güç kaybına uğrayan ve etkinliği azalan ABD’nin asıl gayesi, İran’ın kuzey batısı, Irak’ın kuzeyi, Suriye’nin kuzeyi ve Türkiye’nin güney doğusundaki topraklar üzerinde, kökü çok eski tarihe dayalı “Büyük Kürdistan Devleti” ni kurma projesini hayata geçirmektir. Denilebilir ki, Amerika’nın Orta Doğu’da üstünlüğünü devam ettirmek üzere yeni küçük devletler kurup, onları himayesi altına alarak bölgedeki kaynakları kontrol ve denetim altında tutması Orta Doğu politikasının özünü teşkil etmektedir. Bunun yanı sıra, Amerika, Orta Doğu’da kurmayı planlayıp uygulamaya başladığı “Büyük Kürdistan Devleti” projesi ile bu bölgede birer büyük güç olma doğrultusunda gelişip kalkınan Türkiye ile İran’ın güçlenmesini engelleyecek; Orta Doğu ve İsrail için oluşturacakları tehdit ve tehlikeleri ortadan kaldıracaktı. 
Birinci Körfez Savaşı (1990) ve Çekiç Güç sürecinde PKK’ya verdiği üstü örtülü destek, 1Mart tezkeresinin reddedilmesi ve Irak’ın işgal sonrası daha gözle görülür bir hale gelmiştir. Suriye iç savaşı sürecinde, PKK ve Suriye’deki uzantıları PYD ve YPG’yi ( beş bin tır ve üç bin uçak dolusu ) modern silahlarla donatmış, eğitmiş, 60000 mevcutlu muntazam bir orduya dönüştürüp onu meşrulaştırma çabası içine girmiştir.(9) Böylece, ABD uzun yıllardan beri sürdürdüğü “Türk—Amerikan strtejik ortaklığını”, bundan böyle “Kürt – Amerikan denklemi” üzerine oturtmayı ve bölgede her şey olmasa da, çok şeyi bu ortaklığın belirleyeceği kanaatini hafızalara kazımıştır. (10)
ABD’nin himayesi altında ve güdümünde kurulacak “Büyük Kürdistan Devleti” nin toprakları üzerinde konuşlanacak Amerikan kuvvetleri ve kurulacak askeri üsler ona, batı—doğu; kuzey—güney mihverlerinde harekâtta bulunma olanağı sağlayan bir çıkış üssü vazifesi görecektir. Ayni zamanda söz konusu topraklarda üslenecek ABD, buradan Türkiye’yi, Karadeniz’i, Kafkasya’yı, Orta Asya’yı, İran’ı, Orta Doğu’yu ve Doğu Akdeniz’i Kontrol ve denetleme imkânı bulacaktır. Ayrıca kurulacak “ Büyük Kürdistan Devleti”, Orta Doğu’ya ve İsrail’e dönük her türlü tehdidi önleyecek bir kalkan olacaktır. Özetle denilebilir ki, ABD Orta Doğu’da hedeflerini gerçekleştirebilmek için bölgesel büyük güç olan Türkiye ve İran ile “Düşük Şiddette Çatışma” (DŞÇ) içindedir. (11)
 
Sonuç:
 20nci Yüzyıl’ın sonlarında ve 21nci Yüzyıl’ın başlarında Türkiye, belirsizliklerle dolu bir DŞÇ süreci ile karşı karşıya kalmıştır. Adeta, Türkiye’nin dostu ve müttefiki olan ABD ve Batılı büyük devletler bir koalisyon kurmuşlar, Türkiye’yi bölüp parçalamak ve yıpratıp güçsüz hale getirmek için ona karşı ilan edilmemiş bir savaş vermektedirler.
Geçmişten günümüze kadar uzanan zaman dilimi içerisinde hasım ülkenin başka ülkelerle ittifak yapmasına engel olmak, dost ve müttefik ülkeler arasına nifak sokup ittifakı dağıtmak; hedef ülkeyi yalnızlaştırarak zayıf ve güçsüz düşürmek sıkça uygulanan temel bir strateji kuralıdır. Türkiye üzerinde karanlık emeller besleyen şer güçler, Türkiye’nin Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’de bölgesel büyük bir güç olmasını engellemek ve adı geçen bölgelerde ABD ile Batılı büyük devletlerin ulusal çıkarlarına tehdit oluşturmasını ortadan kaldırmak için söz konusu kuralı maharetle ve planlı bir şekilde uygulamaktadırlar. Bu nedenle Türkiye’de, ardı arkası kesilmeyen iç çekişmeler ve terör eylemleri; yersiz, lüzumsuz, hiçbir amaca hizmet etmeyen etnik ve mezhep kavgaları ulusal gücü zayıflatmakta ve düşmanlarının elini güçlendirmektedir.
Bu ölümcül tehdit karşısında, devleti yöneten siyasi kadronun ülkede etnik, dini ve sosyal farklılıkları bir araya getirerek bütünleştirmesi ve ulusal birliği sağlaması, ülkenin toprak bütünlüğünü ve ulusun bölünmezliğini muhafaza etmesi en başta gelen, öncelikli hedefi olmalıdır.
Ayni zamanda, ulusal güvenliğin temeli olan TSK’nin, en kısa sürede harbe hazırlık derecesini ve muharebe kabiliyeti ile muharebe müessiriyeti seviyelerini en üst düzeye getirilerek güçlü bir orduya sahip olma gereği izaha yer bırakmamaktadır.
Türkiye, dünya adası olarak adlandırılan Avrasya Kıtası ile Afrika Kıtası’nın kesişme noktasında, kıyısal özellikler içeren, ancak ağırlıklı olarak, merkezi bir jeopolitik yapıya sahiptir. Merkezi jeopoltiğe sahip ülkeler hem gelişme, hem de çevreden gelecek tehlikeleri doğmadan önleme ihtiyacı duyarlar. Ayrıca, kuşatılma endişesi taşırlar. Türkiye’yi çevreleyen coğrafyalarda yaşayan Türk nüfus, Türkiye’nin nüfusu ile birlikte değerlendirildiğinde ortaya yüz milyonun üzerinde bir kitle çıkmaktadır. Bahse konu coğrafyanın merkezinde yer alan Türkiye’nin ulusal güç kaynaklarını anlamsız ve kısır iç çatışmalarla israf etmeyerek planlı bir şekilde kullanması durumunda, Türkiye’den yayılacak enerjinin çevreyi etkilememesi mümkün değildir. Bu bir jeopolitik güçtür. Türkiye, içeriden ve dışarıdan maruz kaldığı saldırılara rağmen kendi iç sorunlarını çözebildiği sürece, bölgesinde en güçlü devlet olarak varlığını devam ettireceği değerlendirilmektedir.(12) Bu hedefe ancak, bilime öncelik vererek, akıl gücünü birleştirerek, milleti ve devleti bir bütün halinde tutarak ve bölge ülkeleri ile ittifaklar kurarak ulaşılabilir.
 
Dip Notları:
1.Soğuk Savaş:
Silahlı harp türlerinin tabanında yer alan uluslararası gerginliğin aktif bir halidir. Bu savaşta ulusal hedefleri ele geçirmek için silahlı çatışma hariç; politik, ekonomik, teknolojik, sosyolojik, psikolojik, yarı askeri, askeri bütün vasıtalar ile metotları koordineli bir şekilde kullanarak icra edilen bir mücadeledir.
2. Zbigniew Brezezinski, The Grand Chessboard, 1997, Basic Books, New York. S:169
3. Doç. Dr. Birol Akgün, Türkiye tercihe zorlanıyor, 19Kasım2007, Cumhuriyet Strateji, s:18 
4. Onur Öymen, Ulusal Çıkarlar, 5.B, Mart2017, Remzi Kitabevi, İstanbul. s:360.
5. PKK: Kürdistan İşçi Partisi. (Partiya Karakerên Kürdistan); PYD: Demokratik Birlik Partisi. (Partiya Yakitiya Demokrat); YPG: Halk Koruma Birlikleri. (PYD’nin silahlı yapılanması) (Yakıneyên Partisana Gel); IŞİD: Irak Şam; İslam Devleti; THKP-C: Türkiye Halk Kurtuluş Partisi; FETÖ: Fettullahçı Terör Örgütü.
6. Em. Dz. Gv. Alb. M. Celaleddin Orhan, Bir Bahriyelinin Anıları, 1914-1981,Kastaş Yayınları Ocak2001, İstanbul. s:353.
7. Orkun, Temmuz2005,s:13.
8. 1Mart2013 tezkeresi:
Tam adı, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için Hükümete yetki verilmesine ilişkin başbakanlık teskeresi”
ABD, 2003’de Irak’ın kuzeyinde yürüteceği operasyon için Türkiye’den topraklarını ve hava sahasını kullanma izni istemiş ve Amerika’nın bu isteği 1Mart2003’de TBMM’de yapılan oylama ile reddedilmişti.
9. Fikret Bila, ABD’nin PKK ile ortak hedefi,19Mart2018, Hürriyet.
10. Ahmet Emirhan, Çuvaldaki Müttefik,Mart2006, Birhart Yayınları, İstanbul. s:309.
11. Düşük Şiddete çatışma:
20nci Yüzyıl’ın sonlarında ve 21nci Yüzyıl’ın başlarında hızla gelişen ve dünya genelinde yaygın bir şekilde uygulanan bir harp türüdür. Terörün her çeşidini; sinsi, örtülü, yıkıcı, bölücü faaliyetleri; siyasi, ekonomik, sosyal, propaganda dâhil psikolojik vasıtalarla, akla gelebilecek her türlü şiddeti kullanarak hedef ülkenin güvenliğini, refahını ve mevcut anayasal parlamenter düzeni yıkmaya ve/veya işlemez hale getirmeye yönelik faaliyetlerin bütünüdür. Kendine özgü taktikler ve tekniklerle, sınırlı silahları kullanarak dövüşülür. Muntazam ordularla dövüşülen harbin kısasında kalır.
12. Prof. Dr. Ümit Özdağ, Türk Tarihinin Ve Geleceğinin Çerçevesi, 21. Yüzyıl’da Türk Dünyası Jeopolitiği, I.Cilt,2003, ASAM Yayınları, Ankara. s:11
 
Ali Fikret Atun
Em. Tümgeneral
Bilinen düşman, bilinmeyen dosttan daha iyidir. Türk Atasözü
                                          
İkinci Dünya Harbi sona erdiğinde, Komünist ideolojiyi savunan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ile Kapitalist düzeni savunan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) dünyada iki süper güç olarak ortaya çıkmış, böylece iki kutuplu bir dünya kurulmuştu. O dönemde, bu iki süper güç politikalarını, genel olarak, “dünyadaki nüfuz alanlarını genişletme” ve “silahlanma yarışı üzerine” bina etmişlerdi. İkinci Dünya Harbi’nden sonra geçen kırk yıl (1949-1989) iki süper gücün küresel üstünlüğü ele geçirmek için “Soğuk Savaş” (1) mücadelesi içinde geçmiştir.
Yirminci Yüzyılın sonuna gelindiğinde, dünyada köklü değişiklikler olmuş; Komünist ideoloji çökmüş, SSCB parçalanmış, Varşova Paktı dağılmış, Berlin duvarı yıkılmış, Doğu Almanya, Batı Almanya ile birleşmiş ve meydana gelen bu köklü değişikliklerin sonunda iki kutuplu dünya yerini, küresel tek süper güç olan ABD’ne bırakmış; böylece 1949’dan beri iki süper güç arasında devam eden “soğuk savaş” sona ermiş; genelde dünyaya, özelde Batı Avrupa’ya yönelik nükleer harp tehdidi ve genel bir nükleer dünya harbinin yaratacağı felâketin korkusu bir ölçüde ortadan kalkmış, ayrıca, dünyada iki süper güç arasında sürdürülen ideolojik mücadele yerini jeopolitik mücadeleye bırakmıştı.
“Soğuk Savaş” döneminde, SSCB’nin yarattığı tehdit karşısında, NATO’nun (North Atlantic TReaty Organization) bir üyesi ve ABD’nin müttefiki olan Türkiye, 1946’dan itibaren Batı yanlısı bir politika izlemiş ve Batı Avrupa’nın savunmasında kilit rol oynamıştır. Soğuk Savaş’ın sona ermesi; SSCB’nin Batı Avrupa’ya yönelik tehdidin ve nükleer harp olasılığının büyük ölçüde ortadan kalkması üzerine, zor günlerinde Türkiye’nin dostluğuna ve yardımına gereksinim duyan, başta ABD olduğu halde, Batılı müttefiklerin nazarında Türkiye’nin stratejik ortaklığına duydukları ihtiyaç önemli ölçüde azalmış, artık anılan ülkeler onu dost bir ülke olarak değil, her geçen gün Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz bölgelerinde nüfuzu ve etkinliği artan rakip bir ülke olarak görmeye başlamışlardı.
Halen dünyada tek küresel süper güç olan ABD’nin askeri, ekonomik, teknolojik, bilgi ve kültür düzeyine hiçbir ülke ulaşamadığı gibi, yine hiçbir devlet onunla tek başına savaşacak olanak ve yeteneklere sahip değildir. Şu anda ulusal güvenliğine tehdit yaratacak bir düşmanı bulunmayan ve tek küresel süper güç niteliğini koruyan ABD, bu gücünden yararlanarak dünyaya yeni bir düzen getirme planları yapma gayreti içindedir. Bu amaçla, ABD’nin izlediği jeopolitikanın iki ana stratejik hedefi vardır:
1.Dünyada, ABD’ne rakip başka bir küresel süper gücün ortaya çıkmasını önlemek ve tek küresel güç olma özelliğini uzun bir süre daha devam ettirmek. (2)
2.Dünyada mevcut enerji kaynakları ve enerji nakil hatları ile ulaşım yollarını kontrol ve denetim altında bulundurmak. (3)
Birinci Dünya Harbi’nden sonra gerçek anlamda bir stratejik değer olarak ortaya çıkan petrolün 21nci Yüzyıl’da öneminin ve sanayileşmiş ülkelerin petrole duydukları ihtiyaçlarının artış göstermesi karşısında bu iki ana stratejik hedef   – çağın koşulları ne olursa olsun – Amerika’nın izlediği dış politika ile savunma politikasının ve ulusal güvenliğinin temel unsurunu teşkil etmektedir. ABD, bu hedeflerini gerçekleştirebilmek için kuvvet kullanma dâhil, her vasıtayı kullanmayı ve her yolu denemeyi meşru sayan Makyavelist bir politika izlemektedir.
Dünyadaki enerji kaynaklarının ¾’nün bulunduğu Kafkasya, Orta Asya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’de küresel ve/veya bölgesel bir gücün oluşmasını; söz konusu bölgeleri kontrol ve denetim altına almasını ulusal çıkarlarına bir tehdit olarak algılayan Amerika’nın düşünce kuruluşları ve siyasi karar organları, bahse konu enerji kaynakları ile enerji ulaşım hatlarını güvence altına almak üzere, bu bölgelerde Amerika’nın sürekli ve etkin askeri güç bulundurma zorunda olduğu konusunda fikir birliği içindedirler. (4) 
Bu durumda Orta Doğu’da enerji kaynaklarının ABD’nin ulusal çıkarları için taşıdığı yaşamsal önemi dikkate alan eski Amerikan Başkanlarından Jimmy Carter, bu bölgede ABD’nin nüfuzunu ve etkinliğini artıracak, aşağıdaki hedeflere yönelik, “Karter Doktrini”ni ortaya koymuştur. Özetle, Karter Doktrini’nin hedefleri şunlardır:
1.Orta Doğu’da İsrail’in egemen bir devlet olarak varlığını devam ettirmesini sağlamak ve her koşulda onu desteklemek, ABD’nin bir devlet politikasıdır. Bu nedenle Amerika, İsrail’e yapılacak bir tecavüzü kendisine yapılmış saymaktadır.
2.Bölgede ABD’nin menfaatlerine hizmet edecek istikrarlı ve güçlü devletlerin kurulması.
3.Arap-İsrail uyuşmazlığının barışçıl yollardan çözümlenmesi.
4.Amerika’nın Orta Doğu’da yaşamsal çıkarlarına zarar verecek bir gücün oluşmasını ve bölgeyi ele geçirecek girişimlerini, askeri kuvvet kullanmak dâhil, gerekli görülen her tedbiri alarak ve her vasıtayı kullanarak önlemek.
Dünya üzerinde coğrafi konumu, petrol üreten ülkelere yakınlığı, söz konusu ülkeler ile petrol tüketen ülkeler arasında bir enerji köprüsü ve enerji terminali olma yolunda hayli mesafe kat etmiş, jeopolitik ve jeostratejik öneme sahip Türkiye, Balkanlar’da, Kafkasya’da, Orta Asya’da,  Orta Doğu’da ve Doğu Akdeniz’de büyük bir bölgesel güç olma yönünde süratle gelişip kalkınmaktadır. Adı geçen bölgelerde Türkiye’nin artan gücü ile etkinliğini ve bu bölgelerde söz sahibi olmasını ulusal menfaatlerine tehdit olarak algılayan ABD ile Avrupa Birliği (AB), Türkiye’nin parçalanarak, yıpratılmasını ve güçsüz hale getirilip tehdit olmaktan çıkarılmasını öncelikli hedeflerinden biri haline getirmişler; emellerine ulaşmak için yollar ve yöntemler aramaktadırlar.
Türkiye ile Türk milletini çok iyi araştırıp analiz eden şer güçler, Türk ulusunun en zayıf yerini bulmuşlar; amaçlarını gerçekleştirmek için Türkiye’nin etnik ve mezhep farklılıklarını istismar etmekte; PKK, PYD, YPG, IŞİD, THKP-C, FETÖ, v.b. terör örgütlerine (5) her türlü desteği vererek onları bir araç olarak kullanmaktadırlar. 
Osmanlı İmparatorluğu döneminde İstanbul’da elçilik yapmış bir Fransız, Avrupalıların, Türklerin arasına nifak soktuklarına dair fikirlerini aşağıdaki şekilde anlatmaktadır.
“Biz Avrupalılar, Türkleri dünyadan kaldırmak için çok uğraştık. Bu maksatla üzerlerine defalarca Haçlı Orduları ve donanmaları sevk ettik. Amma, ne yazık ki, her defasında mahv-ı perişan olduk.
Bu son derece muharip milleti, dünya üzerinde yok etmenin çaresinin insan ve silah kuvveti olmayacağını çok iyi ve çok acı anladık. Ve yine öğrendik ki, bunun en güzel çaresi; en zayıf tarafları olan birbirlerine tahammül edememeleri ve daima birbirleri ile uğraşmalarından istifade etmek olacaktır. Bunun da en güzel yolu, Türk ilinde ikinci bir Türk devleti daha kurup, bu iki devleti birbirlerine düşürerek her ikisini birbirlerine imha ettirmek ve ikisinden de kurtulmak olacaktır.” demekte idi. (6)
Bu konuda bir İtalyan bilimci de şöyle diyor:
“Türk milletini, ırkını dışarıdan işgale kalkmayın, köşeye sıkışmış kaplan gibi sizi mahveder. Amma içeriden ele geçirirseniz ona her istediğinizi yaparsınız. (7)
Bu iki değerlendirme bize Aristo’nun Büyük İskender’e verdiği aşağıdaki öğüdünü hatırlatmaktadır:
“İnsanlar arasına nifak tohumları ekeceksin; birbirleri ile savaşınca hakem olarak kendini kabul ettireceksin; ama anlaşmaya giden yolları tıkayacaksın”.
İnsanlığın tarihi kadar eski bu sinsi mücadele yöntemini, bugün, ABD geliştirip bir harp doktrini haline getirmiş; küresel üstünlüğünü devam ettirebilmek için her yerde bu doktrini uygulamaktadır. Orta Doğu’da nüfuz kaybına uğrayan ve üstünlüğünü yitirmiş bir çizgiye gelmiş ABD’nin izlediği bölge jeopolitikası, barış ve istikrarı sağlamaya dönük olmaktan ziyade, bölgedeki ulus devletleri birbirlerine düşürüp vesayet savaşları çıkarmak; Orta Doğu’da, kendi himayesinde, Amerika’nın amaçlarına hizmet edecek küçük devletler kurup bu devletlerin toprakları üzerinde tesis edeceği askeri üslerden Orta Doğu’daki hâkimiyetini devam ettirmektir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) oylanan tezkerenin (8) kabul edilmemesi üzerine (1Mart2003), Türkiye-Amerika ilişkilerinde çok ciddi sorunlar yaşanmaya başlanmış; bu tarihten sonra; Türkiye’nin dostu ve müttefiki olduğunu görmezlikten gelen ABD, Türkiye’ye karşı bir düşman gibi davranarak, açıkça onu cezalandırmaya kalkışmıştır.
4Temmuz2003’de, Süleymaniye (Irak) kentinde, 173’ncü Amerikan Hava İndirme Tugayı’nın (Hv. İnd. Tug.) askerleri, Peşmergeleri de (Barzani’ye bağlı milis güç) yanlarına alarak, burada bulunan Türk Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı özel time, karargâhta bulunduğu bir sırada baskın yapmışlar; on bir Türk askeri ve bir Türkmen mihmandarı esir almışlar ve başlarına çuval geçirmişlerdi. Şartlar ne olursa olsun, stratejik ortaklar hiçbir zaman birbirlerine zarar verecek hareketlerde bulunmazlar. ABD’nin, stratejik ortağım dediği Türkiye’ye böyle bir harekette bulunması, asla kabul edilecek dostça bir davranış olamazdı. 
Bu olayın ardından, ABD, Türkiye’nin ulusal güvenliğinin temelini teşkil eden Türk Silahlı Kuvvetleri’ni (TSK) yıpratmak, güç kaybına uğratıp görevlerini yapamayacak hale getirmek için, örgütleyip himaye ettiği FETÖ’yü kullanarak, uydurduğu yapay suçlara dayalı olarak Ergenekon, Balyoz, Ay Işığı, casusluk v.b. kumpas davalarla zamanın Genelkurmay Başkanı dâhil, yüzlerce general/amiral ve subayı hapse atılmasını sağlamış, Genelkurmay Başkanlığı’nın kozmik odasına girerek en gizli bilgilere ulaşmayı başarmıştı. Kısaca, Türk ordusunun 2000 yıllık töresine ve dünyanın takdirini kazanmış gücüne ağır bir darbe vurmuştur.
Bununla da yetinmeyen ABD, güdümündeki FETÖ’yü bir araç olarak kullanarak, Türkiye’de mevcut anayasal düzeni ortadan kaldırmak ve yerine Amerika’nın istediği doğrultuda bir politika izleyecek ve Amerika’nın emellerine hizmet edecek, kendisine yandaş bir devleti iş başına getirmek amacıyla 15Temmuz2016 gecesi başarısız bir hükümet darbesi düzenlemiş ve Türkiye’yi istikrarsızlığa ve iç kargaşaya sürüklemişti. 
Bugün hâlâ, ABD, iradesini Türkiye’ye kabul ettirmek için ülkede mevcut etnik, mezhep, tarikat ve cemaat gibi farklılıkları ve aralarındaki anlaşmazlıkları tahrik edip derinleştirerek Türkiye’nin toprak bütünlüğünü, ulusun birliğini ve devletin anayasal düzenini bozmak için elinden gelen her şeyi yapmaktadır.
IŞİD örgütünün, “Irak-Şam İslam Devleti” ni kurmak üzere Suriye’de başlattığı savaşın bir iç harbe dönüşmesi ve ABD’nin öncülüğünde koalisyon güçlerinin IŞİD ile mücadeleyi gerekçe kılarak Suriye’nin içişlerine müdahale etmesi ve bu durum karşısında Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın talebi üzerine Rusya, Suriye’de askeri rol üslenmiş; Türkiye ve İran’ı da yanına alarak IŞİD’in Suriye’deki varlığına son verip, ülkenin toprak bütünlüğünü korumak; ülkede istikrarı, devlet düzeni ve barışı yeniden tesis etmek için büyük bir gayret sarf etmeye başlamıştı. ABD, bölgede oluşan söz konusu gücün varlığını, Orta Doğu’daki ulusal çıkarlarına ve izlediği bölge politikasına ters düştüğü şeklinde değerlendirdiğinden anılan ülkelerin birlikteliğini ortadan kaldırmak ve onların Orta Doğu üzerindeki etkinliğini en aza indirmek için türlü oyunlar oynamaya başlamış; Türkiye ile İran’da anayasal düzeni ortadan kaldırıp, anılan ülkelerde kendisine yandaş hükümetleri iş başına getirmek için, iç huzursuzluklar çıkarma gayreti içine girmiştir.
Orta Doğu’da gözle görülecek şekilde güç kaybına uğrayan ve etkinliği azalan ABD’nin asıl gayesi, İran’ın kuzey batısı, Irak’ın kuzeyi, Suriye’nin kuzeyi ve Türkiye’nin güney doğusundaki topraklar üzerinde, kökü çok eski tarihe dayalı “Büyük Kürdistan Devleti” ni kurma projesini hayata geçirmektir. Denilebilir ki, Amerika’nın Orta Doğu’da üstünlüğünü devam ettirmek üzere yeni küçük devletler kurup, onları himayesi altına alarak bölgedeki kaynakları kontrol ve denetim altında tutması Orta Doğu politikasının özünü teşkil etmektedir. Bunun yanı sıra, Amerika, Orta Doğu’da kurmayı planlayıp uygulamaya başladığı “Büyük Kürdistan Devleti” projesi ile bu bölgede birer büyük güç olma doğrultusunda gelişip kalkınan Türkiye ile İran’ın güçlenmesini engelleyecek; Orta Doğu ve İsrail için oluşturacakları tehdit ve tehlikeleri ortadan kaldıracaktı. 
Birinci Körfez Savaşı (1990) ve Çekiç Güç sürecinde PKK’ya verdiği üstü örtülü destek, 1Mart tezkeresinin reddedilmesi ve Irak’ın işgal sonrası daha gözle görülür bir hale gelmiştir. Suriye iç savaşı sürecinde, PKK ve Suriye’deki uzantıları PYD ve YPG’yi ( beş bin tır ve üç bin uçak dolusu ) modern silahlarla donatmış, eğitmiş, 60000 mevcutlu muntazam bir orduya dönüştürüp onu meşrulaştırma çabası içine girmiştir.(9) Böylece, ABD uzun yıllardan beri sürdürdüğü “Türk—Amerikan strtejik ortaklığını”, bundan böyle “Kürt – Amerikan denklemi” üzerine oturtmayı ve bölgede her şey olmasa da, çok şeyi bu ortaklığın belirleyeceği kanaatini hafızalara kazımıştır. (10)
ABD’nin himayesi altında ve güdümünde kurulacak “Büyük Kürdistan Devleti” nin toprakları üzerinde konuşlanacak Amerikan kuvvetleri ve kurulacak askeri üsler ona, batı—doğu; kuzey—güney mihverlerinde harekâtta bulunma olanağı sağlayan bir çıkış üssü vazifesi görecektir. Ayni zamanda söz konusu topraklarda üslenecek ABD, buradan Türkiye’yi, Karadeniz’i, Kafkasya’yı, Orta Asya’yı, İran’ı, Orta Doğu’yu ve Doğu Akdeniz’i Kontrol ve denetleme imkânı bulacaktır. Ayrıca kurulacak “ Büyük Kürdistan Devleti”, Orta Doğu’ya ve İsrail’e dönük her türlü tehdidi önleyecek bir kalkan olacaktır. Özetle denilebilir ki, ABD Orta Doğu’da hedeflerini gerçekleştirebilmek için bölgesel büyük güç olan Türkiye ve İran ile “Düşük Şiddette Çatışma” (DŞÇ) içindedir. (11)
 
Sonuç:
 20nci Yüzyıl’ın sonlarında ve 21nci Yüzyıl’ın başlarında Türkiye, belirsizliklerle dolu bir DŞÇ süreci ile karşı karşıya kalmıştır. Adeta, Türkiye’nin dostu ve müttefiki olan ABD ve Batılı büyük devletler bir koalisyon kurmuşlar, Türkiye’yi bölüp parçalamak ve yıpratıp güçsüz hale getirmek için ona karşı ilan edilmemiş bir savaş vermektedirler.
Geçmişten günümüze kadar uzanan zaman dilimi içerisinde hasım ülkenin başka ülkelerle ittifak yapmasına engel olmak, dost ve müttefik ülkeler arasına nifak sokup ittifakı dağıtmak; hedef ülkeyi yalnızlaştırarak zayıf ve güçsüz düşürmek sıkça uygulanan temel bir strateji kuralıdır. Türkiye üzerinde karanlık emeller besleyen şer güçler, Türkiye’nin Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’de bölgesel büyük bir güç olmasını engellemek ve adı geçen bölgelerde ABD ile Batılı büyük devletlerin ulusal çıkarlarına tehdit oluşturmasını ortadan kaldırmak için söz konusu kuralı maharetle ve planlı bir şekilde uygulamaktadırlar. Bu nedenle Türkiye’de, ardı arkası kesilmeyen iç çekişmeler ve terör eylemleri; yersiz, lüzumsuz, hiçbir amaca hizmet etmeyen etnik ve mezhep kavgaları ulusal gücü zayıflatmakta ve düşmanlarının elini güçlendirmektedir.
Bu ölümcül tehdit karşısında, devleti yöneten siyasi kadronun ülkede etnik, dini ve sosyal farklılıkları bir araya getirerek bütünleştirmesi ve ulusal birliği sağlaması, ülkenin toprak bütünlüğünü ve ulusun bölünmezliğini muhafaza etmesi en başta gelen, öncelikli hedefi olmalıdır.
Ayni zamanda, ulusal güvenliğin temeli olan TSK’nin, en kısa sürede harbe hazırlık derecesini ve muharebe kabiliyeti ile muharebe müessiriyeti seviyelerini en üst düzeye getirilerek güçlü bir orduya sahip olma gereği izaha yer bırakmamaktadır.
Türkiye, dünya adası olarak adlandırılan Avrasya Kıtası ile Afrika Kıtası’nın kesişme noktasında, kıyısal özellikler içeren, ancak ağırlıklı olarak, merkezi bir jeopolitik yapıya sahiptir. Merkezi jeopoltiğe sahip ülkeler hem gelişme, hem de çevreden gelecek tehlikeleri doğmadan önleme ihtiyacı duyarlar. Ayrıca, kuşatılma endişesi taşırlar. Türkiye’yi çevreleyen coğrafyalarda yaşayan Türk nüfus, Türkiye’nin nüfusu ile birlikte değerlendirildiğinde ortaya yüz milyonun üzerinde bir kitle çıkmaktadır. Bahse konu coğrafyanın merkezinde yer alan Türkiye’nin ulusal güç kaynaklarını anlamsız ve kısır iç çatışmalarla israf etmeyerek planlı bir şekilde kullanması durumunda, Türkiye’den yayılacak enerjinin çevreyi etkilememesi mümkün değildir. Bu bir jeopolitik güçtür. Türkiye, içeriden ve dışarıdan maruz kaldığı saldırılara rağmen kendi iç sorunlarını çözebildiği sürece, bölgesinde en güçlü devlet olarak varlığını devam ettireceği değerlendirilmektedir.(12) Bu hedefe ancak, bilime öncelik vererek, akıl gücünü birleştirerek, milleti ve devleti bir bütün halinde tutarak ve bölge ülkeleri ile ittifaklar kurarak ulaşılabilir.
 
Dip Notları:
1.Soğuk Savaş:
Silahlı harp türlerinin tabanında yer alan uluslararası gerginliğin aktif bir halidir. Bu savaşta ulusal hedefleri ele geçirmek için silahlı çatışma hariç; politik, ekonomik, teknolojik, sosyolojik, psikolojik, yarı askeri, askeri bütün vasıtalar ile metotları koordineli bir şekilde kullanarak icra edilen bir mücadeledir.
2. Zbigniew Brezezinski, The Grand Chessboard, 1997, Basic Books, New York. S:169
3. Doç. Dr. Birol Akgün, Türkiye tercihe zorlanıyor, 19Kasım2007, Cumhuriyet Strateji, s:18 
4. Onur Öymen, Ulusal Çıkarlar, 5.B, Mart2017, Remzi Kitabevi, İstanbul. s:360.
5. PKK: Kürdistan İşçi Partisi. (Partiya Karakerên Kürdistan); PYD: Demokratik Birlik Partisi. (Partiya Yakitiya Demokrat); YPG: Halk Koruma Birlikleri. (PYD’nin silahlı yapılanması) (Yakıneyên Partisana Gel); IŞİD: Irak Şam; İslam Devleti; THKP-C: Türkiye Halk Kurtuluş Partisi; FETÖ: Fettullahçı Terör Örgütü.
6. Em. Dz. Gv. Alb. M. Celaleddin Orhan, Bir Bahriyelinin Anıları, 1914-1981,Kastaş Yayınları Ocak2001, İstanbul. s:353.
7. Orkun, Temmuz2005,s:13.
8. 1Mart2013 tezkeresi:
Tam adı, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için Hükümete yetki verilmesine ilişkin başbakanlık teskeresi”
ABD, 2003’de Irak’ın kuzeyinde yürüteceği operasyon için Türkiye’den topraklarını ve hava sahasını kullanma izni istemiş ve Amerika’nın bu isteği 1Mart2003’de TBMM’de yapılan oylama ile reddedilmişti.
9. Fikret Bila, ABD’nin PKK ile ortak hedefi,19Mart2018, Hürriyet.
10. Ahmet Emirhan, Çuvaldaki Müttefik,Mart2006, Birhart Yayınları, İstanbul. s:309.
11. Düşük Şiddete çatışma:
20nci Yüzyıl’ın sonlarında ve 21nci Yüzyıl’ın başlarında hızla gelişen ve dünya genelinde yaygın bir şekilde uygulanan bir harp türüdür. Terörün her çeşidini; sinsi, örtülü, yıkıcı, bölücü faaliyetleri; siyasi, ekonomik, sosyal, propaganda dâhil psikolojik vasıtalarla, akla gelebilecek her türlü şiddeti kullanarak hedef ülkenin güvenliğini, refahını ve mevcut anayasal parlamenter düzeni yıkmaya ve/veya işlemez hale getirmeye yönelik faaliyetlerin bütünüdür. Kendine özgü taktikler ve tekniklerle, sınırlı silahları kullanarak dövüşülür. Muntazam ordularla dövüşülen harbin kısasında kalır.
12. Prof. Dr. Ümit Özdağ, Türk Tarihinin Ve Geleceğinin Çerçevesi, 21. Yüzyıl’da Türk Dünyası Jeopolitiği, I.Cilt,2003, ASAM Yayınları, Ankara. s:11
 
Ali Fikret Atun
Em. Tümgeneral
Bilinen düşman, bilinmeyen dosttan daha iyidir. Türk Atasözü
                                          
İkinci Dünya Harbi sona erdiğinde, Komünist ideolojiyi savunan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ile Kapitalist düzeni savunan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) dünyada iki süper güç olarak ortaya çıkmış, böylece iki kutuplu bir dünya kurulmuştu. O dönemde, bu iki süper güç politikalarını, genel olarak, “dünyadaki nüfuz alanlarını genişletme” ve “silahlanma yarışı üzerine” bina etmişlerdi. İkinci Dünya Harbi’nden sonra geçen kırk yıl (1949-1989) iki süper gücün küresel üstünlüğü ele geçirmek için “Soğuk Savaş” (1) mücadelesi içinde geçmiştir.
Yirminci Yüzyılın sonuna gelindiğinde, dünyada köklü değişiklikler olmuş; Komünist ideoloji çökmüş, SSCB parçalanmış, Varşova Paktı dağılmış, Berlin duvarı yıkılmış, Doğu Almanya, Batı Almanya ile birleşmiş ve meydana gelen bu köklü değişikliklerin sonunda iki kutuplu dünya yerini, küresel tek süper güç olan ABD’ne bırakmış; böylece 1949’dan beri iki süper güç arasında devam eden “soğuk savaş” sona ermiş; genelde dünyaya, özelde Batı Avrupa’ya yönelik nükleer harp tehdidi ve genel bir nükleer dünya harbinin yaratacağı felâketin korkusu bir ölçüde ortadan kalkmış, ayrıca, dünyada iki süper güç arasında sürdürülen ideolojik mücadele yerini jeopolitik mücadeleye bırakmıştı.
“Soğuk Savaş” döneminde, SSCB’nin yarattığı tehdit karşısında, NATO’nun (North Atlantic TReaty Organization) bir üyesi ve ABD’nin müttefiki olan Türkiye, 1946’dan itibaren Batı yanlısı bir politika izlemiş ve Batı Avrupa’nın savunmasında kilit rol oynamıştır. Soğuk Savaş’ın sona ermesi; SSCB’nin Batı Avrupa’ya yönelik tehdidin ve nükleer harp olasılığının büyük ölçüde ortadan kalkması üzerine, zor günlerinde Türkiye’nin dostluğuna ve yardımına gereksinim duyan, başta ABD olduğu halde, Batılı müttefiklerin nazarında Türkiye’nin stratejik ortaklığına duydukları ihtiyaç önemli ölçüde azalmış, artık anılan ülkeler onu dost bir ülke olarak değil, her geçen gün Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz bölgelerinde nüfuzu ve etkinliği artan rakip bir ülke olarak görmeye başlamışlardı.
Halen dünyada tek küresel süper güç olan ABD’nin askeri, ekonomik, teknolojik, bilgi ve kültür düzeyine hiçbir ülke ulaşamadığı gibi, yine hiçbir devlet onunla tek başına savaşacak olanak ve yeteneklere sahip değildir. Şu anda ulusal güvenliğine tehdit yaratacak bir düşmanı bulunmayan ve tek küresel süper güç niteliğini koruyan ABD, bu gücünden yararlanarak dünyaya yeni bir düzen getirme planları yapma gayreti içindedir. Bu amaçla, ABD’nin izlediği jeopolitikanın iki ana stratejik hedefi vardır:
1.Dünyada, ABD’ne rakip başka bir küresel süper gücün ortaya çıkmasını önlemek ve tek küresel güç olma özelliğini uzun bir süre daha devam ettirmek. (2)
2.Dünyada mevcut enerji kaynakları ve enerji nakil hatları ile ulaşım yollarını kontrol ve denetim altında bulundurmak. (3)
Birinci Dünya Harbi’nden sonra gerçek anlamda bir stratejik değer olarak ortaya çıkan petrolün 21nci Yüzyıl’da öneminin ve sanayileşmiş ülkelerin petrole duydukları ihtiyaçlarının artış göstermesi karşısında bu iki ana stratejik hedef   – çağın koşulları ne olursa olsun – Amerika’nın izlediği dış politika ile savunma politikasının ve ulusal güvenliğinin temel unsurunu teşkil etmektedir. ABD, bu hedeflerini gerçekleştirebilmek için kuvvet kullanma dâhil, her vasıtayı kullanmayı ve her yolu denemeyi meşru sayan Makyavelist bir politika izlemektedir.
Dünyadaki enerji kaynaklarının ¾’nün bulunduğu Kafkasya, Orta Asya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’de küresel ve/veya bölgesel bir gücün oluşmasını; söz konusu bölgeleri kontrol ve denetim altına almasını ulusal çıkarlarına bir tehdit olarak algılayan Amerika’nın düşünce kuruluşları ve siyasi karar organları, bahse konu enerji kaynakları ile enerji ulaşım hatlarını güvence altına almak üzere, bu bölgelerde Amerika’nın sürekli ve etkin askeri güç bulundurma zorunda olduğu konusunda fikir birliği içindedirler. (4) 
Bu durumda Orta Doğu’da enerji kaynaklarının ABD’nin ulusal çıkarları için taşıdığı yaşamsal önemi dikkate alan eski Amerikan Başkanlarından Jimmy Carter, bu bölgede ABD’nin nüfuzunu ve etkinliğini artıracak, aşağıdaki hedeflere yönelik, “Karter Doktrini”ni ortaya koymuştur. Özetle, Karter Doktrini’nin hedefleri şunlardır:
1.Orta Doğu’da İsrail’in egemen bir devlet olarak varlığını devam ettirmesini sağlamak ve her koşulda onu desteklemek, ABD’nin bir devlet politikasıdır. Bu nedenle Amerika, İsrail’e yapılacak bir tecavüzü kendisine yapılmış saymaktadır.
2.Bölgede ABD’nin menfaatlerine hizmet edecek istikrarlı ve güçlü devletlerin kurulması.
3.Arap-İsrail uyuşmazlığının barışçıl yollardan çözümlenmesi.
4.Amerika’nın Orta Doğu’da yaşamsal çıkarlarına zarar verecek bir gücün oluşmasını ve bölgeyi ele geçirecek girişimlerini, askeri kuvvet kullanmak dâhil, gerekli görülen her tedbiri alarak ve her vasıtayı kullanarak önlemek.
Dünya üzerinde coğrafi konumu, petrol üreten ülkelere yakınlığı, söz konusu ülkeler ile petrol tüketen ülkeler arasında bir enerji köprüsü ve enerji terminali olma yolunda hayli mesafe kat etmiş, jeopolitik ve jeostratejik öneme sahip Türkiye, Balkanlar’da, Kafkasya’da, Orta Asya’da,  Orta Doğu’da ve Doğu Akdeniz’de büyük bir bölgesel güç olma yönünde süratle gelişip kalkınmaktadır. Adı geçen bölgelerde Türkiye’nin artan gücü ile etkinliğini ve bu bölgelerde söz sahibi olmasını ulusal menfaatlerine tehdit olarak algılayan ABD ile Avrupa Birliği (AB), Türkiye’nin parçalanarak, yıpratılmasını ve güçsüz hale getirilip tehdit olmaktan çıkarılmasını öncelikli hedeflerinden biri haline getirmişler; emellerine ulaşmak için yollar ve yöntemler aramaktadırlar.
Türkiye ile Türk milletini çok iyi araştırıp analiz eden şer güçler, Türk ulusunun en zayıf yerini bulmuşlar; amaçlarını gerçekleştirmek için Türkiye’nin etnik ve mezhep farklılıklarını istismar etmekte; PKK, PYD, YPG, IŞİD, THKP-C, FETÖ, v.b. terör örgütlerine (5) her türlü desteği vererek onları bir araç olarak kullanmaktadırlar. 
Osmanlı İmparatorluğu döneminde İstanbul’da elçilik yapmış bir Fransız, Avrupalıların, Türklerin arasına nifak soktuklarına dair fikirlerini aşağıdaki şekilde anlatmaktadır.
“Biz Avrupalılar, Türkleri dünyadan kaldırmak için çok uğraştık. Bu maksatla üzerlerine defalarca Haçlı Orduları ve donanmaları sevk ettik. Amma, ne yazık ki, her defasında mahv-ı perişan olduk.
Bu son derece muharip milleti, dünya üzerinde yok etmenin çaresinin insan ve silah kuvveti olmayacağını çok iyi ve çok acı anladık. Ve yine öğrendik ki, bunun en güzel çaresi; en zayıf tarafları olan birbirlerine tahammül edememeleri ve daima birbirleri ile uğraşmalarından istifade etmek olacaktır. Bunun da en güzel yolu, Türk ilinde ikinci bir Türk devleti daha kurup, bu iki devleti birbirlerine düşürerek her ikisini birbirlerine imha ettirmek ve ikisinden de kurtulmak olacaktır.” demekte idi. (6)
Bu konuda bir İtalyan bilimci de şöyle diyor:
“Türk milletini, ırkını dışarıdan işgale kalkmayın, köşeye sıkışmış kaplan gibi sizi mahveder. Amma içeriden ele geçirirseniz ona her istediğinizi yaparsınız. (7)
Bu iki değerlendirme bize Aristo’nun Büyük İskender’e verdiği aşağıdaki öğüdünü hatırlatmaktadır:
“İnsanlar arasına nifak tohumları ekeceksin; birbirleri ile savaşınca hakem olarak kendini kabul ettireceksin; ama anlaşmaya giden yolları tıkayacaksın”.
İnsanlığın tarihi kadar eski bu sinsi mücadele yöntemini, bugün, ABD geliştirip bir harp doktrini haline getirmiş; küresel üstünlüğünü devam ettirebilmek için her yerde bu doktrini uygulamaktadır. Orta Doğu’da nüfuz kaybına uğrayan ve üstünlüğünü yitirmiş bir çizgiye gelmiş ABD’nin izlediği bölge jeopolitikası, barış ve istikrarı sağlamaya dönük olmaktan ziyade, bölgedeki ulus devletleri birbirlerine düşürüp vesayet savaşları çıkarmak; Orta Doğu’da, kendi himayesinde, Amerika’nın amaçlarına hizmet edecek küçük devletler kurup bu devletlerin toprakları üzerinde tesis edeceği askeri üslerden Orta Doğu’daki hâkimiyetini devam ettirmektir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) oylanan tezkerenin (8) kabul edilmemesi üzerine (1Mart2003), Türkiye-Amerika ilişkilerinde çok ciddi sorunlar yaşanmaya başlanmış; bu tarihten sonra; Türkiye’nin dostu ve müttefiki olduğunu görmezlikten gelen ABD, Türkiye’ye karşı bir düşman gibi davranarak, açıkça onu cezalandırmaya kalkışmıştır.
4Temmuz2003’de, Süleymaniye (Irak) kentinde, 173’ncü Amerikan Hava İndirme Tugayı’nın (Hv. İnd. Tug.) askerleri, Peşmergeleri de (Barzani’ye bağlı milis güç) yanlarına alarak, burada bulunan Türk Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı özel time, karargâhta bulunduğu bir sırada baskın yapmışlar; on bir Türk askeri ve bir Türkmen mihmandarı esir almışlar ve başlarına çuval geçirmişlerdi. Şartlar ne olursa olsun, stratejik ortaklar hiçbir zaman birbirlerine zarar verecek hareketlerde bulunmazlar. ABD’nin, stratejik ortağım dediği Türkiye’ye böyle bir harekette bulunması, asla kabul edilecek dostça bir davranış olamazdı. 
Bu olayın ardından, ABD, Türkiye’nin ulusal güvenliğinin temelini teşkil eden Türk Silahlı Kuvvetleri’ni (TSK) yıpratmak, güç kaybına uğratıp görevlerini yapamayacak hale getirmek için, örgütleyip himaye ettiği FETÖ’yü kullanarak, uydurduğu yapay suçlara dayalı olarak Ergenekon, Balyoz, Ay Işığı, casusluk v.b. kumpas davalarla zamanın Genelkurmay Başkanı dâhil, yüzlerce general/amiral ve subayı hapse atılmasını sağlamış, Genelkurmay Başkanlığı’nın kozmik odasına girerek en gizli bilgilere ulaşmayı başarmıştı. Kısaca, Türk ordusunun 2000 yıllık töresine ve dünyanın takdirini kazanmış gücüne ağır bir darbe vurmuştur.
Bununla da yetinmeyen ABD, güdümündeki FETÖ’yü bir araç olarak kullanarak, Türkiye’de mevcut anayasal düzeni ortadan kaldırmak ve yerine Amerika’nın istediği doğrultuda bir politika izleyecek ve Amerika’nın emellerine hizmet edecek, kendisine yandaş bir devleti iş başına getirmek amacıyla 15Temmuz2016 gecesi başarısız bir hükümet darbesi düzenlemiş ve Türkiye’yi istikrarsızlığa ve iç kargaşaya sürüklemişti. 
Bugün hâlâ, ABD, iradesini Türkiye’ye kabul ettirmek için ülkede mevcut etnik, mezhep, tarikat ve cemaat gibi farklılıkları ve aralarındaki anlaşmazlıkları tahrik edip derinleştirerek Türkiye’nin toprak bütünlüğünü, ulusun birliğini ve devletin anayasal düzenini bozmak için elinden gelen her şeyi yapmaktadır.
IŞİD örgütünün, “Irak-Şam İslam Devleti” ni kurmak üzere Suriye’de başlattığı savaşın bir iç harbe dönüşmesi ve ABD’nin öncülüğünde koalisyon güçlerinin IŞİD ile mücadeleyi gerekçe kılarak Suriye’nin içişlerine müdahale etmesi ve bu durum karşısında Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın talebi üzerine Rusya, Suriye’de askeri rol üslenmiş; Türkiye ve İran’ı da yanına alarak IŞİD’in Suriye’deki varlığına son verip, ülkenin toprak bütünlüğünü korumak; ülkede istikrarı, devlet düzeni ve barışı yeniden tesis etmek için büyük bir gayret sarf etmeye başlamıştı. ABD, bölgede oluşan söz konusu gücün varlığını, Orta Doğu’daki ulusal çıkarlarına ve izlediği bölge politikasına ters düştüğü şeklinde değerlendirdiğinden anılan ülkelerin birlikteliğini ortadan kaldırmak ve onların Orta Doğu üzerindeki etkinliğini en aza indirmek için türlü oyunlar oynamaya başlamış; Türkiye ile İran’da anayasal düzeni ortadan kaldırıp, anılan ülkelerde kendisine yandaş hükümetleri iş başına getirmek için, iç huzursuzluklar çıkarma gayreti içine girmiştir.
Orta Doğu’da gözle görülecek şekilde güç kaybına uğrayan ve etkinliği azalan ABD’nin asıl gayesi, İran’ın kuzey batısı, Irak’ın kuzeyi, Suriye’nin kuzeyi ve Türkiye’nin güney doğusundaki topraklar üzerinde, kökü çok eski tarihe dayalı “Büyük Kürdistan Devleti” ni kurma projesini hayata geçirmektir. Denilebilir ki, Amerika’nın Orta Doğu’da üstünlüğünü devam ettirmek üzere yeni küçük devletler kurup, onları himayesi altına alarak bölgedeki kaynakları kontrol ve denetim altında tutması Orta Doğu politikasının özünü teşkil etmektedir. Bunun yanı sıra, Amerika, Orta Doğu’da kurmayı planlayıp uygulamaya başladığı “Büyük Kürdistan Devleti” projesi ile bu bölgede birer büyük güç olma doğrultusunda gelişip kalkınan Türkiye ile İran’ın güçlenmesini engelleyecek; Orta Doğu ve İsrail için oluşturacakları tehdit ve tehlikeleri ortadan kaldıracaktı. 
Birinci Körfez Savaşı (1990) ve Çekiç Güç sürecinde PKK’ya verdiği üstü örtülü destek, 1Mart tezkeresinin reddedilmesi ve Irak’ın işgal sonrası daha gözle görülür bir hale gelmiştir. Suriye iç savaşı sürecinde, PKK ve Suriye’deki uzantıları PYD ve YPG’yi ( beş bin tır ve üç bin uçak dolusu ) modern silahlarla donatmış, eğitmiş, 60000 mevcutlu muntazam bir orduya dönüştürüp onu meşrulaştırma çabası içine girmiştir.(9) Böylece, ABD uzun yıllardan beri sürdürdüğü “Türk—Amerikan strtejik ortaklığını”, bundan böyle “Kürt – Amerikan denklemi” üzerine oturtmayı ve bölgede her şey olmasa da, çok şeyi bu ortaklığın belirleyeceği kanaatini hafızalara kazımıştır. (10)
ABD’nin himayesi altında ve güdümünde kurulacak “Büyük Kürdistan Devleti” nin toprakları üzerinde konuşlanacak Amerikan kuvvetleri ve kurulacak askeri üsler ona, batı—doğu; kuzey—güney mihverlerinde harekâtta bulunma olanağı sağlayan bir çıkış üssü vazifesi görecektir. Ayni zamanda söz konusu topraklarda üslenecek ABD, buradan Türkiye’yi, Karadeniz’i, Kafkasya’yı, Orta Asya’yı, İran’ı, Orta Doğu’yu ve Doğu Akdeniz’i Kontrol ve denetleme imkânı bulacaktır. Ayrıca kurulacak “ Büyük Kürdistan Devleti”, Orta Doğu’ya ve İsrail’e dönük her türlü tehdidi önleyecek bir kalkan olacaktır. Özetle denilebilir ki, ABD Orta Doğu’da hedeflerini gerçekleştirebilmek için bölgesel büyük güç olan Türkiye ve İran ile “Düşük Şiddette Çatışma” (DŞÇ) içindedir. (11)
 
Sonuç:
 20nci Yüzyıl’ın sonlarında ve 21nci Yüzyıl’ın başlarında Türkiye, belirsizliklerle dolu bir DŞÇ süreci ile karşı karşıya kalmıştır. Adeta, Türkiye’nin dostu ve müttefiki olan ABD ve Batılı büyük devletler bir koalisyon kurmuşlar, Türkiye’yi bölüp parçalamak ve yıpratıp güçsüz hale getirmek için ona karşı ilan edilmemiş bir savaş vermektedirler.
Geçmişten günümüze kadar uzanan zaman dilimi içerisinde hasım ülkenin başka ülkelerle ittifak yapmasına engel olmak, dost ve müttefik ülkeler arasına nifak sokup ittifakı dağıtmak; hedef ülkeyi yalnızlaştırarak zayıf ve güçsüz düşürmek sıkça uygulanan temel bir strateji kuralıdır. Türkiye üzerinde karanlık emeller besleyen şer güçler, Türkiye’nin Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’de bölgesel büyük bir güç olmasını engellemek ve adı geçen bölgelerde ABD ile Batılı büyük devletlerin ulusal çıkarlarına tehdit oluşturmasını ortadan kaldırmak için söz konusu kuralı maharetle ve planlı bir şekilde uygulamaktadırlar. Bu nedenle Türkiye’de, ardı arkası kesilmeyen iç çekişmeler ve terör eylemleri; yersiz, lüzumsuz, hiçbir amaca hizmet etmeyen etnik ve mezhep kavgaları ulusal gücü zayıflatmakta ve düşmanlarının elini güçlendirmektedir.
Bu ölümcül tehdit karşısında, devleti yöneten siyasi kadronun ülkede etnik, dini ve sosyal farklılıkları bir araya getirerek bütünleştirmesi ve ulusal birliği sağlaması, ülkenin toprak bütünlüğünü ve ulusun bölünmezliğini muhafaza etmesi en başta gelen, öncelikli hedefi olmalıdır.
Ayni zamanda, ulusal güvenliğin temeli olan TSK’nin, en kısa sürede harbe hazırlık derecesini ve muharebe kabiliyeti ile muharebe müessiriyeti seviyelerini en üst düzeye getirilerek güçlü bir orduya sahip olma gereği izaha yer bırakmamaktadır.
Türkiye, dünya adası olarak adlandırılan Avrasya Kıtası ile Afrika Kıtası’nın kesişme noktasında, kıyısal özellikler içeren, ancak ağırlıklı olarak, merkezi bir jeopolitik yapıya sahiptir. Merkezi jeopoltiğe sahip ülkeler hem gelişme, hem de çevreden gelecek tehlikeleri doğmadan önleme ihtiyacı duyarlar. Ayrıca, kuşatılma endişesi taşırlar. Türkiye’yi çevreleyen coğrafyalarda yaşayan Türk nüfus, Türkiye’nin nüfusu ile birlikte değerlendirildiğinde ortaya yüz milyonun üzerinde bir kitle çıkmaktadır. Bahse konu coğrafyanın merkezinde yer alan Türkiye’nin ulusal güç kaynaklarını anlamsız ve kısır iç çatışmalarla israf etmeyerek planlı bir şekilde kullanması durumunda, Türkiye’den yayılacak enerjinin çevreyi etkilememesi mümkün değildir. Bu bir jeopolitik güçtür. Türkiye, içeriden ve dışarıdan maruz kaldığı saldırılara rağmen kendi iç sorunlarını çözebildiği sürece, bölgesinde en güçlü devlet olarak varlığını devam ettireceği değerlendirilmektedir.(12) Bu hedefe ancak, bilime öncelik vererek, akıl gücünü birleştirerek, milleti ve devleti bir bütün halinde tutarak ve bölge ülkeleri ile ittifaklar kurarak ulaşılabilir.
 
Dip Notları:
1.Soğuk Savaş:
Silahlı harp türlerinin tabanında yer alan uluslararası gerginliğin aktif bir halidir. Bu savaşta ulusal hedefleri ele geçirmek için silahlı çatışma hariç; politik, ekonomik, teknolojik, sosyolojik, psikolojik, yarı askeri, askeri bütün vasıtalar ile metotları koordineli bir şekilde kullanarak icra edilen bir mücadeledir.
2. Zbigniew Brezezinski, The Grand Chessboard, 1997, Basic Books, New York. S:169
3. Doç. Dr. Birol Akgün, Türkiye tercihe zorlanıyor, 19Kasım2007, Cumhuriyet Strateji, s:18 
4. Onur Öymen, Ulusal Çıkarlar, 5.B, Mart2017, Remzi Kitabevi, İstanbul. s:360.
5. PKK: Kürdistan İşçi Partisi. (Partiya Karakerên Kürdistan); PYD: Demokratik Birlik Partisi. (Partiya Yakitiya Demokrat); YPG: Halk Koruma Birlikleri. (PYD’nin silahlı yapılanması) (Yakıneyên Partisana Gel); IŞİD: Irak Şam; İslam Devleti; THKP-C: Türkiye Halk Kurtuluş Partisi; FETÖ: Fettullahçı Terör Örgütü.
6. Em. Dz. Gv. Alb. M. Celaleddin Orhan, Bir Bahriyelinin Anıları, 1914-1981,Kastaş Yayınları Ocak2001, İstanbul. s:353.
7. Orkun, Temmuz2005,s:13.
8. 1Mart2013 tezkeresi:
Tam adı, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için Hükümete yetki verilmesine ilişkin başbakanlık teskeresi”
ABD, 2003’de Irak’ın kuzeyinde yürüteceği operasyon için Türkiye’den topraklarını ve hava sahasını kullanma izni istemiş ve Amerika’nın bu isteği 1Mart2003’de TBMM’de yapılan oylama ile reddedilmişti.
9. Fikret Bila, ABD’nin PKK ile ortak hedefi,19Mart2018, Hürriyet.
10. Ahmet Emirhan, Çuvaldaki Müttefik,Mart2006, Birhart Yayınları, İstanbul. s:309.
11. Düşük Şiddete çatışma:
20nci Yüzyıl’ın sonlarında ve 21nci Yüzyıl’ın başlarında hızla gelişen ve dünya genelinde yaygın bir şekilde uygulanan bir harp türüdür. Terörün her çeşidini; sinsi, örtülü, yıkıcı, bölücü faaliyetleri; siyasi, ekonomik, sosyal, propaganda dâhil psikolojik vasıtalarla, akla gelebilecek her türlü şiddeti kullanarak hedef ülkenin güvenliğini, refahını ve mevcut anayasal parlamenter düzeni yıkmaya ve/veya işlemez hale getirmeye yönelik faaliyetlerin bütünüdür. Kendine özgü taktikler ve tekniklerle, sınırlı silahları kullanarak dövüşülür. Muntazam ordularla dövüşülen harbin kısasında kalır.
12. Prof. Dr. Ümit Özdağ, Türk Tarihinin Ve Geleceğinin Çerçevesi, 21. Yüzyıl’da Türk Dünyası Jeopolitiği, I.Cilt,2003, ASAM Yayınları, Ankara. s:11
 
Ali Fikret Atun
Em. Tümgeneral
Bilinen düşman, bilinmeyen dosttan daha iyidir. Türk Atasözü
                                          
İkinci Dünya Harbi sona erdiğinde, Komünist ideolojiyi savunan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ile Kapitalist düzeni savunan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) dünyada iki süper güç olarak ortaya çıkmış, böylece iki kutuplu bir dünya kurulmuştu. O dönemde, bu iki süper güç politikalarını, genel olarak, “dünyadaki nüfuz alanlarını genişletme” ve “silahlanma yarışı üzerine” bina etmişlerdi. İkinci Dünya Harbi’nden sonra geçen kırk yıl (1949-1989) iki süper gücün küresel üstünlüğü ele geçirmek için “Soğuk Savaş” (1) mücadelesi içinde geçmiştir.
Yirminci Yüzyılın sonuna gelindiğinde, dünyada köklü değişiklikler olmuş; Komünist ideoloji çökmüş, SSCB parçalanmış, Varşova Paktı dağılmış, Berlin duvarı yıkılmış, Doğu Almanya, Batı Almanya ile birleşmiş ve meydana gelen bu köklü değişikliklerin sonunda iki kutuplu dünya yerini, küresel tek süper güç olan ABD’ne bırakmış; böylece 1949’dan beri iki süper güç arasında devam eden “soğuk savaş” sona ermiş; genelde dünyaya, özelde Batı Avrupa’ya yönelik nükleer harp tehdidi ve genel bir nükleer dünya harbinin yaratacağı felâketin korkusu bir ölçüde ortadan kalkmış, ayrıca, dünyada iki süper güç arasında sürdürülen ideolojik mücadele yerini jeopolitik mücadeleye bırakmıştı.
“Soğuk Savaş” döneminde, SSCB’nin yarattığı tehdit karşısında, NATO’nun (North Atlantic TReaty Organization) bir üyesi ve ABD’nin müttefiki olan Türkiye, 1946’dan itibaren Batı yanlısı bir politika izlemiş ve Batı Avrupa’nın savunmasında kilit rol oynamıştır. Soğuk Savaş’ın sona ermesi; SSCB’nin Batı Avrupa’ya yönelik tehdidin ve nükleer harp olasılığının büyük ölçüde ortadan kalkması üzerine, zor günlerinde Türkiye’nin dostluğuna ve yardımına gereksinim duyan, başta ABD olduğu halde, Batılı müttefiklerin nazarında Türkiye’nin stratejik ortaklığına duydukları ihtiyaç önemli ölçüde azalmış, artık anılan ülkeler onu dost bir ülke olarak değil, her geçen gün Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz bölgelerinde nüfuzu ve etkinliği artan rakip bir ülke olarak görmeye başlamışlardı.
Halen dünyada tek küresel süper güç olan ABD’nin askeri, ekonomik, teknolojik, bilgi ve kültür düzeyine hiçbir ülke ulaşamadığı gibi, yine hiçbir devlet onunla tek başına savaşacak olanak ve yeteneklere sahip değildir. Şu anda ulusal güvenliğine tehdit yaratacak bir düşmanı bulunmayan ve tek küresel süper güç niteliğini koruyan ABD, bu gücünden yararlanarak dünyaya yeni bir düzen getirme planları yapma gayreti içindedir. Bu amaçla, ABD’nin izlediği jeopolitikanın iki ana stratejik hedefi vardır:
1.Dünyada, ABD’ne rakip başka bir küresel süper gücün ortaya çıkmasını önlemek ve tek küresel güç olma özelliğini uzun bir süre daha devam ettirmek. (2)
2.Dünyada mevcut enerji kaynakları ve enerji nakil hatları ile ulaşım yollarını kontrol ve denetim altında bulundurmak. (3)
Birinci Dünya Harbi’nden sonra gerçek anlamda bir stratejik değer olarak ortaya çıkan petrolün 21nci Yüzyıl’da öneminin ve sanayileşmiş ülkelerin petrole duydukları ihtiyaçlarının artış göstermesi karşısında bu iki ana stratejik hedef   – çağın koşulları ne olursa olsun – Amerika’nın izlediği dış politika ile savunma politikasının ve ulusal güvenliğinin temel unsurunu teşkil etmektedir. ABD, bu hedeflerini gerçekleştirebilmek için kuvvet kullanma dâhil, her vasıtayı kullanmayı ve her yolu denemeyi meşru sayan Makyavelist bir politika izlemektedir.
Dünyadaki enerji kaynaklarının ¾’nün bulunduğu Kafkasya, Orta Asya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’de küresel ve/veya bölgesel bir gücün oluşmasını; söz konusu bölgeleri kontrol ve denetim altına almasını ulusal çıkarlarına bir tehdit olarak algılayan Amerika’nın düşünce kuruluşları ve siyasi karar organları, bahse konu enerji kaynakları ile enerji ulaşım hatlarını güvence altına almak üzere, bu bölgelerde Amerika’nın sürekli ve etkin askeri güç bulundurma zorunda olduğu konusunda fikir birliği içindedirler. (4) 
Bu durumda Orta Doğu’da enerji kaynaklarının ABD’nin ulusal çıkarları için taşıdığı yaşamsal önemi dikkate alan eski Amerikan Başkanlarından Jimmy Carter, bu bölgede ABD’nin nüfuzunu ve etkinliğini artıracak, aşağıdaki hedeflere yönelik, “Karter Doktrini”ni ortaya koymuştur. Özetle, Karter Doktrini’nin hedefleri şunlardır:
1.Orta Doğu’da İsrail’in egemen bir devlet olarak varlığını devam ettirmesini sağlamak ve her koşulda onu desteklemek, ABD’nin bir devlet politikasıdır. Bu nedenle Amerika, İsrail’e yapılacak bir tecavüzü kendisine yapılmış saymaktadır.
2.Bölgede ABD’nin menfaatlerine hizmet edecek istikrarlı ve güçlü devletlerin kurulması.
3.Arap-İsrail uyuşmazlığının barışçıl yollardan çözümlenmesi.
4.Amerika’nın Orta Doğu’da yaşamsal çıkarlarına zarar verecek bir gücün oluşmasını ve bölgeyi ele geçirecek girişimlerini, askeri kuvvet kullanmak dâhil, gerekli görülen her tedbiri alarak ve her vasıtayı kullanarak önlemek.
Dünya üzerinde coğrafi konumu, petrol üreten ülkelere yakınlığı, söz konusu ülkeler ile petrol tüketen ülkeler arasında bir enerji köprüsü ve enerji terminali olma yolunda hayli mesafe kat etmiş, jeopolitik ve jeostratejik öneme sahip Türkiye, Balkanlar’da, Kafkasya’da, Orta Asya’da,  Orta Doğu’da ve Doğu Akdeniz’de büyük bir bölgesel güç olma yönünde süratle gelişip kalkınmaktadır. Adı geçen bölgelerde Türkiye’nin artan gücü ile etkinliğini ve bu bölgelerde söz sahibi olmasını ulusal menfaatlerine tehdit olarak algılayan ABD ile Avrupa Birliği (AB), Türkiye’nin parçalanarak, yıpratılmasını ve güçsüz hale getirilip tehdit olmaktan çıkarılmasını öncelikli hedeflerinden biri haline getirmişler; emellerine ulaşmak için yollar ve yöntemler aramaktadırlar.
Türkiye ile Türk milletini çok iyi araştırıp analiz eden şer güçler, Türk ulusunun en zayıf yerini bulmuşlar; amaçlarını gerçekleştirmek için Türkiye’nin etnik ve mezhep farklılıklarını istismar etmekte; PKK, PYD, YPG, IŞİD, THKP-C, FETÖ, v.b. terör örgütlerine (5) her türlü desteği vererek onları bir araç olarak kullanmaktadırlar. 
Osmanlı İmparatorluğu döneminde İstanbul’da elçilik yapmış bir Fransız, Avrupalıların, Türklerin arasına nifak soktuklarına dair fikirlerini aşağıdaki şekilde anlatmaktadır.
“Biz Avrupalılar, Türkleri dünyadan kaldırmak için çok uğraştık. Bu maksatla üzerlerine defalarca Haçlı Orduları ve donanmaları sevk ettik. Amma, ne yazık ki, her defasında mahv-ı perişan olduk.
Bu son derece muharip milleti, dünya üzerinde yok etmenin çaresinin insan ve silah kuvveti olmayacağını çok iyi ve çok acı anladık. Ve yine öğrendik ki, bunun en güzel çaresi; en zayıf tarafları olan birbirlerine tahammül edememeleri ve daima birbirleri ile uğraşmalarından istifade etmek olacaktır. Bunun da en güzel yolu, Türk ilinde ikinci bir Türk devleti daha kurup, bu iki devleti birbirlerine düşürerek her ikisini birbirlerine imha ettirmek ve ikisinden de kurtulmak olacaktır.” demekte idi. (6)
Bu konuda bir İtalyan bilimci de şöyle diyor:
“Türk milletini, ırkını dışarıdan işgale kalkmayın, köşeye sıkışmış kaplan gibi sizi mahveder. Amma içeriden ele geçirirseniz ona her istediğinizi yaparsınız. (7)
Bu iki değerlendirme bize Aristo’nun Büyük İskender’e verdiği aşağıdaki öğüdünü hatırlatmaktadır:
“İnsanlar arasına nifak tohumları ekeceksin; birbirleri ile savaşınca hakem olarak kendini kabul ettireceksin; ama anlaşmaya giden yolları tıkayacaksın”.
İnsanlığın tarihi kadar eski bu sinsi mücadele yöntemini, bugün, ABD geliştirip bir harp doktrini haline getirmiş; küresel üstünlüğünü devam ettirebilmek için her yerde bu doktrini uygulamaktadır. Orta Doğu’da nüfuz kaybına uğrayan ve üstünlüğünü yitirmiş bir çizgiye gelmiş ABD’nin izlediği bölge jeopolitikası, barış ve istikrarı sağlamaya dönük olmaktan ziyade, bölgedeki ulus devletleri birbirlerine düşürüp vesayet savaşları çıkarmak; Orta Doğu’da, kendi himayesinde, Amerika’nın amaçlarına hizmet edecek küçük devletler kurup bu devletlerin toprakları üzerinde tesis edeceği askeri üslerden Orta Doğu’daki hâkimiyetini devam ettirmektir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) oylanan tezkerenin (8) kabul edilmemesi üzerine (1Mart2003), Türkiye-Amerika ilişkilerinde çok ciddi sorunlar yaşanmaya başlanmış; bu tarihten sonra; Türkiye’nin dostu ve müttefiki olduğunu görmezlikten gelen ABD, Türkiye’ye karşı bir düşman gibi davranarak, açıkça onu cezalandırmaya kalkışmıştır.
4Temmuz2003’de, Süleymaniye (Irak) kentinde, 173’ncü Amerikan Hava İndirme Tugayı’nın (Hv. İnd. Tug.) askerleri, Peşmergeleri de (Barzani’ye bağlı milis güç) yanlarına alarak, burada bulunan Türk Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı özel time, karargâhta bulunduğu bir sırada baskın yapmışlar; on bir Türk askeri ve bir Türkmen mihmandarı esir almışlar ve başlarına çuval geçirmişlerdi. Şartlar ne olursa olsun, stratejik ortaklar hiçbir zaman birbirlerine zarar verecek hareketlerde bulunmazlar. ABD’nin, stratejik ortağım dediği Türkiye’ye böyle bir harekette bulunması, asla kabul edilecek dostça bir davranış olamazdı. 
Bu olayın ardından, ABD, Türkiye’nin ulusal güvenliğinin temelini teşkil eden Türk Silahlı Kuvvetleri’ni (TSK) yıpratmak, güç kaybına uğratıp görevlerini yapamayacak hale getirmek için, örgütleyip himaye ettiği FETÖ’yü kullanarak, uydurduğu yapay suçlara dayalı olarak Ergenekon, Balyoz, Ay Işığı, casusluk v.b. kumpas davalarla zamanın Genelkurmay Başkanı dâhil, yüzlerce general/amiral ve subayı hapse atılmasını sağlamış, Genelkurmay Başkanlığı’nın kozmik odasına girerek en gizli bilgilere ulaşmayı başarmıştı. Kısaca, Türk ordusunun 2000 yıllık töresine ve dünyanın takdirini kazanmış gücüne ağır bir darbe vurmuştur.
Bununla da yetinmeyen ABD, güdümündeki FETÖ’yü bir araç olarak kullanarak, Türkiye’de mevcut anayasal düzeni ortadan kaldırmak ve yerine Amerika’nın istediği doğrultuda bir politika izleyecek ve Amerika’nın emellerine hizmet edecek, kendisine yandaş bir devleti iş başına getirmek amacıyla 15Temmuz2016 gecesi başarısız bir hükümet darbesi düzenlemiş ve Türkiye’yi istikrarsızlığa ve iç kargaşaya sürüklemişti. 
Bugün hâlâ, ABD, iradesini Türkiye’ye kabul ettirmek için ülkede mevcut etnik, mezhep, tarikat ve cemaat gibi farklılıkları ve aralarındaki anlaşmazlıkları tahrik edip derinleştirerek Türkiye’nin toprak bütünlüğünü, ulusun birliğini ve devletin anayasal düzenini bozmak için elinden gelen her şeyi yapmaktadır.
IŞİD örgütünün, “Irak-Şam İslam Devleti” ni kurmak üzere Suriye’de başlattığı savaşın bir iç harbe dönüşmesi ve ABD’nin öncülüğünde koalisyon güçlerinin IŞİD ile mücadeleyi gerekçe kılarak Suriye’nin içişlerine müdahale etmesi ve bu durum karşısında Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın talebi üzerine Rusya, Suriye’de askeri rol üslenmiş; Türkiye ve İran’ı da yanına alarak IŞİD’in Suriye’deki varlığına son verip, ülkenin toprak bütünlüğünü korumak; ülkede istikrarı, devlet düzeni ve barışı yeniden tesis etmek için büyük bir gayret sarf etmeye başlamıştı. ABD, bölgede oluşan söz konusu gücün varlığını, Orta Doğu’daki ulusal çıkarlarına ve izlediği bölge politikasına ters düştüğü şeklinde değerlendirdiğinden anılan ülkelerin birlikteliğini ortadan kaldırmak ve onların Orta Doğu üzerindeki etkinliğini en aza indirmek için türlü oyunlar oynamaya başlamış; Türkiye ile İran’da anayasal düzeni ortadan kaldırıp, anılan ülkelerde kendisine yandaş hükümetleri iş başına getirmek için, iç huzursuzluklar çıkarma gayreti içine girmiştir.
Orta Doğu’da gözle görülecek şekilde güç kaybına uğrayan ve etkinliği azalan ABD’nin asıl gayesi, İran’ın kuzey batısı, Irak’ın kuzeyi, Suriye’nin kuzeyi ve Türkiye’nin güney doğusundaki topraklar üzerinde, kökü çok eski tarihe dayalı “Büyük Kürdistan Devleti” ni kurma projesini hayata geçirmektir. Denilebilir ki, Amerika’nın Orta Doğu’da üstünlüğünü devam ettirmek üzere yeni küçük devletler kurup, onları himayesi altına alarak bölgedeki kaynakları kontrol ve denetim altında tutması Orta Doğu politikasının özünü teşkil etmektedir. Bunun yanı sıra, Amerika, Orta Doğu’da kurmayı planlayıp uygulamaya başladığı “Büyük Kürdistan Devleti” projesi ile bu bölgede birer büyük güç olma doğrultusunda gelişip kalkınan Türkiye ile İran’ın güçlenmesini engelleyecek; Orta Doğu ve İsrail için oluşturacakları tehdit ve tehlikeleri ortadan kaldıracaktı. 
Birinci Körfez Savaşı (1990) ve Çekiç Güç sürecinde PKK’ya verdiği üstü örtülü destek, 1Mart tezkeresinin reddedilmesi ve Irak’ın işgal sonrası daha gözle görülür bir hale gelmiştir. Suriye iç savaşı sürecinde, PKK ve Suriye’deki uzantıları PYD ve YPG’yi ( beş bin tır ve üç bin uçak dolusu ) modern silahlarla donatmış, eğitmiş, 60000 mevcutlu muntazam bir orduya dönüştürüp onu meşrulaştırma çabası içine girmiştir.(9) Böylece, ABD uzun yıllardan beri sürdürdüğü “Türk—Amerikan strtejik ortaklığını”, bundan böyle “Kürt – Amerikan denklemi” üzerine oturtmayı ve bölgede her şey olmasa da, çok şeyi bu ortaklığın belirleyeceği kanaatini hafızalara kazımıştır. (10)
ABD’nin himayesi altında ve güdümünde kurulacak “Büyük Kürdistan Devleti” nin toprakları üzerinde konuşlanacak Amerikan kuvvetleri ve kurulacak askeri üsler ona, batı—doğu; kuzey—güney mihverlerinde harekâtta bulunma olanağı sağlayan bir çıkış üssü vazifesi görecektir. Ayni zamanda söz konusu topraklarda üslenecek ABD, buradan Türkiye’yi, Karadeniz’i, Kafkasya’yı, Orta Asya’yı, İran’ı, Orta Doğu’yu ve Doğu Akdeniz’i Kontrol ve denetleme imkânı bulacaktır. Ayrıca kurulacak “ Büyük Kürdistan Devleti”, Orta Doğu’ya ve İsrail’e dönük her türlü tehdidi önleyecek bir kalkan olacaktır. Özetle denilebilir ki, ABD Orta Doğu’da hedeflerini gerçekleştirebilmek için bölgesel büyük güç olan Türkiye ve İran ile “Düşük Şiddette Çatışma” (DŞÇ) içindedir. (11)
 
Sonuç:
 20nci Yüzyıl’ın sonlarında ve 21nci Yüzyıl’ın başlarında Türkiye, belirsizliklerle dolu bir DŞÇ süreci ile karşı karşıya kalmıştır. Adeta, Türkiye’nin dostu ve müttefiki olan ABD ve Batılı büyük devletler bir koalisyon kurmuşlar, Türkiye’yi bölüp parçalamak ve yıpratıp güçsüz hale getirmek için ona karşı ilan edilmemiş bir savaş vermektedirler.
Geçmişten günümüze kadar uzanan zaman dilimi içerisinde hasım ülkenin başka ülkelerle ittifak yapmasına engel olmak, dost ve müttefik ülkeler arasına nifak sokup ittifakı dağıtmak; hedef ülkeyi yalnızlaştırarak zayıf ve güçsüz düşürmek sıkça uygulanan temel bir strateji kuralıdır. Türkiye üzerinde karanlık emeller besleyen şer güçler, Türkiye’nin Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’de bölgesel büyük bir güç olmasını engellemek ve adı geçen bölgelerde ABD ile Batılı büyük devletlerin ulusal çıkarlarına tehdit oluşturmasını ortadan kaldırmak için söz konusu kuralı maharetle ve planlı bir şekilde uygulamaktadırlar. Bu nedenle Türkiye’de, ardı arkası kesilmeyen iç çekişmeler ve terör eylemleri; yersiz, lüzumsuz, hiçbir amaca hizmet etmeyen etnik ve mezhep kavgaları ulusal gücü zayıflatmakta ve düşmanlarının elini güçlendirmektedir.
Bu ölümcül tehdit karşısında, devleti yöneten siyasi kadronun ülkede etnik, dini ve sosyal farklılıkları bir araya getirerek bütünleştirmesi ve ulusal birliği sağlaması, ülkenin toprak bütünlüğünü ve ulusun bölünmezliğini muhafaza etmesi en başta gelen, öncelikli hedefi olmalıdır.
Ayni zamanda, ulusal güvenliğin temeli olan TSK’nin, en kısa sürede harbe hazırlık derecesini ve muharebe kabiliyeti ile muharebe müessiriyeti seviyelerini en üst düzeye getirilerek güçlü bir orduya sahip olma gereği izaha yer bırakmamaktadır.
Türkiye, dünya adası olarak adlandırılan Avrasya Kıtası ile Afrika Kıtası’nın kesişme noktasında, kıyısal özellikler içeren, ancak ağırlıklı olarak, merkezi bir jeopolitik yapıya sahiptir. Merkezi jeopoltiğe sahip ülkeler hem gelişme, hem de çevreden gelecek tehlikeleri doğmadan önleme ihtiyacı duyarlar. Ayrıca, kuşatılma endişesi taşırlar. Türkiye’yi çevreleyen coğrafyalarda yaşayan Türk nüfus, Türkiye’nin nüfusu ile birlikte değerlendirildiğinde ortaya yüz milyonun üzerinde bir kitle çıkmaktadır. Bahse konu coğrafyanın merkezinde yer alan Türkiye’nin ulusal güç kaynaklarını anlamsız ve kısır iç çatışmalarla israf etmeyerek planlı bir şekilde kullanması durumunda, Türkiye’den yayılacak enerjinin çevreyi etkilememesi mümkün değildir. Bu bir jeopolitik güçtür. Türkiye, içeriden ve dışarıdan maruz kaldığı saldırılara rağmen kendi iç sorunlarını çözebildiği sürece, bölgesinde en güçlü devlet olarak varlığını devam ettireceği değerlendirilmektedir.(12) Bu hedefe ancak, bilime öncelik vererek, akıl gücünü birleştirerek, milleti ve devleti bir bütün halinde tutarak ve bölge ülkeleri ile ittifaklar kurarak ulaşılabilir.
 
Dip Notları:
1.Soğuk Savaş:
Silahlı harp türlerinin tabanında yer alan uluslararası gerginliğin aktif bir halidir. Bu savaşta ulusal hedefleri ele geçirmek için silahlı çatışma hariç; politik, ekonomik, teknolojik, sosyolojik, psikolojik, yarı askeri, askeri bütün vasıtalar ile metotları koordineli bir şekilde kullanarak icra edilen bir mücadeledir.
2. Zbigniew Brezezinski, The Grand Chessboard, 1997, Basic Books, New York. S:169
3. Doç. Dr. Birol Akgün, Türkiye tercihe zorlanıyor, 19Kasım2007, Cumhuriyet Strateji, s:18 
4. Onur Öymen, Ulusal Çıkarlar, 5.B, Mart2017, Remzi Kitabevi, İstanbul. s:360.
5. PKK: Kürdistan İşçi Partisi. (Partiya Karakerên Kürdistan); PYD: Demokratik Birlik Partisi. (Partiya Yakitiya Demokrat); YPG: Halk Koruma Birlikleri. (PYD’nin silahlı yapılanması) (Yakıneyên Partisana Gel); IŞİD: Irak Şam; İslam Devleti; THKP-C: Türkiye Halk Kurtuluş Partisi; FETÖ: Fettullahçı Terör Örgütü.
6. Em. Dz. Gv. Alb. M. Celaleddin Orhan, Bir Bahriyelinin Anıları, 1914-1981,Kastaş Yayınları Ocak2001, İstanbul. s:353.
7. Orkun, Temmuz2005,s:13.
8. 1Mart2013 tezkeresi:
Tam adı, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için Hükümete yetki verilmesine ilişkin başbakanlık teskeresi”
ABD, 2003’de Irak’ın kuzeyinde yürüteceği operasyon için Türkiye’den topraklarını ve hava sahasını kullanma izni istemiş ve Amerika’nın bu isteği 1Mart2003’de TBMM’de yapılan oylama ile reddedilmişti.
9. Fikret Bila, ABD’nin PKK ile ortak hedefi,19Mart2018, Hürriyet.
10. Ahmet Emirhan, Çuvaldaki Müttefik,Mart2006, Birhart Yayınları, İstanbul. s:309.
11. Düşük Şiddete çatışma:
20nci Yüzyıl’ın sonlarında ve 21nci Yüzyıl’ın başlarında hızla gelişen ve dünya genelinde yaygın bir şekilde uygulanan bir harp türüdür. Terörün her çeşidini; sinsi, örtülü, yıkıcı, bölücü faaliyetleri; siyasi, ekonomik, sosyal, propaganda dâhil psikolojik vasıtalarla, akla gelebilecek her türlü şiddeti kullanarak hedef ülkenin güvenliğini, refahını ve mevcut anayasal parlamenter düzeni yıkmaya ve/veya işlemez hale getirmeye yönelik faaliyetlerin bütünüdür. Kendine özgü taktikler ve tekniklerle, sınırlı silahları kullanarak dövüşülür. Muntazam ordularla dövüşülen harbin kısasında kalır.
12. Prof. Dr. Ümit Özdağ, Türk Tarihinin Ve Geleceğinin Çerçevesi, 21. Yüzyıl’da Türk Dünyası Jeopolitiği, I.Cilt,2003, ASAM Yayınları, Ankara. s:11
 
Ali Fikret Atun
Em. Tümgeneral
 

 

Sayfamızı Paylaşın:

Etiketler:

Sayfa Yorumları (0 )
  • ...

Yorum Ekleyin