Süfli hayatlar
YUSUF KANLI
Ülkemizin genç, aydınlık, gelecek vaat eden evlatlarının ülkede yoğunlaşan baskı rejimi şartlarında kendilerine yer bulamayıp binler, on binler halinde başka ülkeleri ikinci vatan görmelerini “süfli hedefler” olarak yorumlamış birileri.
Bir başka ülkeyi vatan değilse bile ikinci vatan görebilmek uzun boylu arkadaşın dediği gibi basit bir olay, sadece bayağı, adi hevesleri tatmin için yapılan bir yolculuk olarak görmek, devekuşu misali kafayı kuma gömüp, kimsenin seni görmediğini zannetmek gibi boş bir beklenti.
Önemli olan, o melun cümledeki kabuldür. “Süfli hevesler” diyerek aşağılamaya çalışılsa da, tepki verecek ölçüde yurt dışında yeni hayatlar kurmaya çalışan çok sayıda vatandaşımızın varlığı, olayın ne kadar acı verdiğinin kabulü var o kısacık cümlede.
NEREEDEN NEREYE?
Ben daha yirmisine varmamış bir genç olarak o “süfli” hevese bürünüp, kendime bir gelecek göremediğim, önerilen gelecekten de mutlu olamayıp yurt dışında yeni bir hayat kurma kararına vardığımda. Üstelik, yeni hayat kurmayı hedeflediğim ülke ekonomik ve kültürel açıdan oldukça sıkıntılı, özgürlükler açısından, demokrasi anlayışı başta olmak üzere neredeyse %100 okur yazar, hatta %65’in üzerinde üniversite eğitimli o zamanın Kıbrıs Türk gençliğine göre neredeyse demokrasiye pek saygı göstermeyen, eğitim düzeyi çok düşük bir topluma sahipti. 43 yıl sonra çok değişim var mı? İfade ve kişisel özgürlükler, basın özgürlüğü açısından ve hele demokrasi anlayışı çerçevesinde pek de ümit vermeyen bir ülke hala daha Türkiye. 43 yıl öncesine göre elbette sivil toplum ve örgütlenme açısından çok yol kat edildi ancak özellikle siyasette sıkıntılar devam ediyor.
İşte bu sıkıntılardan birisidir gençlerin daha iyi bir yaşam, gelecek kurma çabalarını “süfli hevesler” olarak damgalama girişimi. Hoyrat, nefret dili ile konuşma, ötekileştirme, hedef gösterme, başarısızlığı kabul edememe… Ne ararsanız var o bir cümlede.
GELECEK KURMA İSTEMİ HER ZAMAN GÖÇ SEBEBİDİR
Bir ülkeden göçün birkaç sebebi olabilir. 1980 sonrasında, mesela, solcu ve hele de etnik olarak Türk olmamak kadar ekonomik bir gelecek arayışı da en önemli etkenlerdendi Türkiye’den dışa göçün. O kadar yoğun bir göç yaşandı ki o dönemde, bugün kaldırılmaya çalışılan vize derdi işte o dönemde ülkeye yoğun göçü engelleyebilmek maksadıyla Almanya hükümeti tarafından başlatıldı. Bugün Suriye’den Türkiye’ye göçün ana sebebi ülkedeki savaş, İŞİD terörü gibi sebeplerse de, bu nedenler ortadan kalksa bile önemli miktarda mülteci – ya da zorunlu misafirin – ülkelerine dönmeyecek olmasının sebebi Türkiye’de daha iyi bir ekonomik ve güvenlik geleceği kurma kabulü değil midir?
Doktora, mühendise, yazılımcıya, mimara ne devlete düzgün maaş, ne özel sektörde saygın iş ve gelecek kurma hayali yapacak düzeyde maaş vermeyip, “İsterlerse gitsinler, gidene dur diyecek değiliz” gibi hoyratlığa girişilirse eğer, elbette giderler, başka ülkelerde “süfli hevesler” kurarlar, başka ülkelerin gelecek umudu olurlar.
1984’de o zamanın önemli doğu-batı Almanya sınır kasabalarından birisi olan, tarihi Fulda boşluğundaki Fulda kasabasındaydım. Derdim doğu-batı duvarını aşmaya çalışırken vurularak öldürülen genç için o dönemdeki ara bölgeye konulan ahşap haçı görmekti. Ağaç Bayramı döneminde kasabaya vardığımdan her yer kapalıydı. Zar zor bir lokanta buldum, ve büyük bir sürpriz yaşadım. O amanın Fulda kasabasında yaşlı Almanlar dışında büyük çoğunluk Polonyalı, Yunan ve Türk “misafir” işçiler ve aileleriydi. Kısa sohbet sırasında gözlerimi dolduran acı hikayeler duymuştum orada. Birinci ve ikinci nesil arasındaki kimlik bunalımı. Babalar, analar ekonomik gelecek umuduyla gitmişlerdi oraya ama çocuklar orada gelecek kurmuşlar, kısmen Türk, kısmen Alman bir acayip kültür oluşturmuşlar, hem analarına hem arkadaşlarına yabancı bir hayatları vardı. Ne orada olmaktan mutluydular, ne “gerilik ve yoksunluk” içerisinde gördükleri Türkiye’ye dönmek istiyorlardı. Aileleri ise onların “yozlaşmış” kaşı cins anlayışından şikâyetçiydi. 2000 Martında bir başka nedenle yolum oraya tekrar düştüğünde bu sefer değişimi gördüm. İlk nesil çoktan “emekli” olmuş, ikinci nesil “yatırımcı” olmuş, yeni genç nesilse her iki kültürü de bilen, aktaran gerçek anlamda Türk-Alman kültürel köprüleri olmuşlardı. İşadamları, akademik başarı sahibi, meslek erbabı kişiler olan bu arkadaşlar elbette “anavatan” Türkiye’ye dönmek gibi bir arayış içinde değillerdi. Başarısız üçüncü nesildeki sorunlar ise, dönseler de kalsalar da maalesef devam ediyordu, bugün de korkarım edecek.
BUGÜN GİDENLER BEYAZ YAKALI: TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ GÖÇÜYOR
Elbette bugünün Türkiye’si ile Almanya’ya “misafir işçi” gönderen Türkiye çok farklı. O zaman da demokrasi sorunu vardı. Ekonomi berbattı. İşsizlik çok yüksekti. Ama o günlerde galiba umut da vardı. Gidenler ise mavi yakalıydı, ülkede onlardan çok ama çok vardı. Bugün ise artık demokrasi sorunundan bahsedemiyoruz, otokrasi, ya da tek adam yönetimi – üstelik de denge ve denetlemeden yoksun bir şekilde – giderek kökleşmekte. Bakın dezenformasyon yasası adı altında bu hafta otokrasinin kurumsallaşması, BİK, BTK, RTÜK saç ayağına oturtulması operasyonu tamamlanmak istenmekte. Medya neredeyse tümüyle “gereğini yapan” bir pozisyona getirilmiş, sahibinin sesi durumunda. Ekonomik durum ne? Net konuşamıyoruz çünkü istatistikler hormonlu, kontrollü, manipüle edilmiş. Enflasyon %80’mi yoksa %180 mi? Ve en kötüsü, yurt dışında gelecek görmeye giden gençler mavi yakalı değil, tümüyle beyaz yakalı. Türkiye’nin geleceği göçüyor…
Ve, bu gidenlere “süfli heves” peşinde koşuyorlar demeden önce belki de niye sadece yedi adet olan bir arabaya bu ülkeden birisinin emrinde, niye bir devlet kurumunun yedi adet ve oldukça lüks ve donanımlı uçağı var, vatanın her köşesinde niye saraylar inşa edildi gibi konulara yoğunlaşıp cevap aramak lazım. Bu arada ekonomi eğitimi olmayan maliye bakanı, beş-altı maaşlı bakan yardımcıları, bürokratlar, her yere üye daire başkanları, devlet yöneticilerinin maaşı sorulmaz diyebilen yine çok maaşlı bürokrat eşleri…
Belki süfli hevesleri boş verip, süfli hayatlara odaklanmak lazım.
...