Cenevre "Ekselânslar" Kıbrıs Konferansı

Giriş
Genel olarak diplomasinin yürütülmesinde ve özellikle konferans diplomasisinde usul (yöntem), çoğu zaman esasın da üzerinde ve sonucu da etkileyecek ve şekillendirecek ölçüde önem taşır. Bu gerçek Kıbrıs konusuna ilişkin çok taraflı diplomaside ve BMGS'nin "iyi niyet" (good offices) görevi çerçevesinde on yıllardır yürütülen müzakere sürecinde özellikle belirgindir.
12 Ocak 2017 günü Cenevre'de açılan Kıbrıs Konferansı'nın öncesinde kaleme aldığım "Kıbrıs'ta Çözüm Mü? Kalıcı Barış Mı" başlıklı yazımda   "Konferansın GKRY'nin ve Yunanistan'ın emellerine uygun düşen biçimde teşkilâtlandırılıp yönetilmesi ve yönlendirilmesi maksadıyla çeşitli diplomasi, protokol, usul ve şekil hilelerine başvurulmasının beklenmesi gerektiğine"  işaret etmiştim. 
Yapılan Diplomasi Hilesi
O gün için belki de "yersiz bir kuşku" olarak değerlendirilmiş olabilecek bu öngörümün Konferans'ın açılmasıyla birlikte gerçeğe dönüşmüş olduğunu esefle görüyorum. Konferansın açılış oturumuna dair yazılı ve görsel medyada yer alan fotoğraflar,  yapılan - deyim yerindeyse - diplomasi “hilesini” açıkça ortaya koymaktadır. 
Kıbrıs sorunu hakkında BMGS'ne iyi niyet görevi veren BM Güvenlik Konseyi,  12 Mart 1975 tarihli ve 375 sayılı Kararının 6'ncı işlem paragrafında, taraflar arasındaki kapsamlı müzakereler için BMGS'den üzerinde mutabık kalınacak "yeni usuller" (new agreed procedures) oluşturmasını ve müzakereleri kendi şahsî gözetimi (under his personal auspices) altında yürütmesini istemiştir.  
Bu karar doğrultusunda BMGS, müzakerelerin seyri içinde, muhtelif usul kuralları saptamıştır.
Bu kurullardan biri BMGS’nin iyi niyet görevini yürütürken muhatap alacağı taraflara dairdir.  Bu tarif şöyledir: 
“Bana Güvenlik Konseyi tarafından verilen görev talimatı iyi niyet görevimin iki topluma yönelik olduğunu açıkça ifade eder. İki toplumun bu sürece katılımının eşit düzeyde olacağı hakkında da görev talimatında açıklık vardır.”
[ The mandate given to me by the Security Council makes it clear that my mission of good offices is with the two communities. The mandate is also explicit that the participation of the two communities in this process is on an equal footing.] 
Cenevre Kıbrıs Konferansı’na gelinceye kadar BMGS, on yıllardır devam eden Kıbrıs müzakere sürecinde bu kurala, hem uygulamada hem Güvenlik Konseyi’ne sunduğu raporlarda taraflar için kullandığı sıfatlarla, dikkatle ve titizlikle riayet etmiştir. 
Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafı da kurala uyulmasının yakın ve titiz takipçisi olagelmiştir. 
Bu kuralın Cenevre Konferansı’nda ihlâl edilmiş olduğu olgusu Türk kamuoyunun gözünden ve dikkatinden kaçmış veya kaçırılmıştır.
Katılımcıların Temsil Sıfatları Değiştirildi
Kuralın ihlâli katılımcıların temsil sıfatlarına ilişkindir. 
Konferans Kıbrıs müzakere sürecinin çerçevesinde son aşama olarak düzenlenmiş olması sebebiyle, Kıbrıs’taki tarafların liderleri üzerlerinde “Kıbrıs Türk Lideri” (Turkish Cypriot Leader) ve “Kıbrıs Rum Lideri” (Greek Cypriot Leader) ibarelerinin yer aldığı tabelaların arkasında oturmaları gerekirdi. Çünkü Akıncı’nın ve Anastasiadis’in müzakere süreci çerçevesinde taşıdıkları sıfat böyledir. Nitekim BMGS,  Güvenlik Konseyi’ne sunduğu - 9 Ocak 2017’deki sonuncusu da dahil olmak üzere - bütün raporlarında Akıncı ve Anastasiadis’den bu sıfatla söz etmektedir.
BMGS’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Eide de 9 Ocak günü Cenevre’deki basın toplantısında bir soruya cevaben Konferans’ın katılımcılarını “Bay Anastasiadis ve Bay Akıncı ile garantör güçler Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık” şeklinde sıralamıştır.
Oysa ki Konferans’ta Ada’daki iki toplumun liderlerinin önüne “Ekselânsları Bay AKINCI” (H.E. Mr. AKINCI) ve “Ekselânsları Bay ANASTASIADIS” (H.E. Mr. ANASTASIADIS) isim levhaları konulmuştur. 
 
Konferans Uluslararası Niteliktedir
Diğer taraftan şu hususu da vurgulamak istiyorum: Önceden belirlenmiş sınırlı sayıdaki katılımcıyla Cenevre’de 12 Ocak’ta açılan Konferans, ister adına “5’li” diyelim, ister “çok taraflı” diyelim, BMGS’nin himayesinde uluslararası mahiyette bir konferanstır. 
Nitekim BM yetkilileri Konferans’ı İngilizce olarak şöyle tarif etmişlerdir: “It’s an United Nations international conference under the auspices of the UN Secretary-General.”
Çavuşoğlu İçin “TÜRKİYE” Tabelası Konulmadı
Konferans’ın katılımcılarından üçü Kıbrıs’ta garantör olan devletlerdir. Bu sebeple de devletleri Konferans’ta temsil eden kişilerin yer aldığı toplantı masasına Türkiye (TURKEY), Yunanistan (GREECE) ve Büyük Britanya Birleşik Krallığı ve Kuzey İrlanda (THE UNITED KINGDOM OF GREAT BRITAIN AND NORTHERN IRELAND) isim tabelalarının konulmuş olması gerekirdi. Bu yapılmamıştır. 
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni ve Hükûmeti’ni temsil eden Dışişleri Bakanımızın oturduğu masaya “Ekselânsları Bay ÇAVUŞOĞLU” (H.E. Mr. ÇAVUŞOĞLU) tabelası yerleştirilmiştir. Yunanistan ve Büyük Britanya Dışişleri Bakanları ile gözlemci olarak katılan AB Komisyonu Başkanı’nın masalarında da bu şekilde isim tabelaları yer almıştır.
 
Sadece Konferans’a himayesini vermiş olan BMGS’nin önündeki tabelaya ise isim olarak  “H.E. Mr. GUTERRES” değil, “GENEL SEKRETER” (SECRETARY – GENERAL) yazılmıştır. 
1959 Londra, 1974 Cenevre Konferanslarında Tabelada Devlet İsmi Yazılı
Bu çerçevede hatırlatmak isterim: 1959’da Londra’da toplanan Kıbrıs Konferansı’nda heyetlerin masalarının üstüne ülke isim tabelaları konulmuştur. 1974 Cenevre Konferansı’nda keza böyle olmuştur. Dışişleri Bakanı Turan GÜNEŞ’i toplantı masasında “Türkiye” (TURKEY) tabelasının arkasında otururken gösteren fotoğraflar vardır. Bunları internet vasıtasıyla görmek mümkündür.
 
Neden Şahıs İsim Tabelası?
Bu usul ve diplomasi oyunlarına veya hilelerine başvurma ihtiyacı hangi sebepten doğmuş olabilir? Temel sebebi anlamak veya tahmin etmek hiç de zor değildir.
Bilindiği üzere, Anastasiadis’in Konferans’a hangi sıfatla katılacağı hakkında Rum toplumunda toplantıdan çok önce tartışmalar başlamıştı. Anastasiadis birçok vesileyle Konferans’a “Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı” sıfatıyla katılacağını ifade etmişti. Bunun gerekçelerini de kendi görüş ve iddialarına uygun düşen çerçeve de açıklamıştı. Hâlbuki bu Konferans Kıbrıs müzakere sürecinin çerçevesinde son aşama olarak toplandığı için Ada’daki tarafların “toplum lideri” sıfatıyla katılmaları gerekiyordu. 
Neden şahıs isim tabelaları kullanılmıştır? Tahmin olmakla birlikte benim için sarih olan durum şöyledir:
Rum tarafı ve Yunanistan, Anastasiadis’in sadece “Kıbrıs Rum Toplumu Lideri” tabelası arkasında oturmasına karşı çıkmışlardır. “Kıbrıs’ın” BM ve AB üyesi bir devlet, Anastasiadis’in de bu devletin cumhurbaşkanı olduğunu öne sürerek Konferans’ta üç garantör Devlet ile eşit statü ve sıfatla yer almasını;  iki toplum lideri için konulacak isim tabelalarına ilâve olarak  “Kıbrıs” (CYPRUS) tabelasının da konulmasını ısrarla istemişlerdir. Bu talepleri karşılanmaz ve Konferans’a katılan Türkiye, Yunanistan ve İngiltere ile Avrupa Birliği heyetlerinin masalarına “TURKEY”, “GREECE”, “UNITED KINGDOM AND NORTHERN IRELAND”, “EUROPEAN UNION” yazılı levhalar konulursa Konferans’ın gerçekleşemeyeceğini söylemişlerdir. Başta BMGS’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Eide olmak üzere Konferans’ın toplanmasını hevesle isteyen diğer katılımcılar Rum – Yunan ittifakını tatmin edecek bir tabela formülü arayışına girmişlerdir.  Sonunda da bütün katılımcılar için kişi isim tabelalarının kullanılması bir uzlaşı olarak kabul görmüştür. 
Şu hususu hemen vurgulamam lâzımdır. Akıncı için kullanılan “ekselâns” (excellency) sıfatı kendisinin KKTC Cumhurbaşkanı olduğu dikkate alınarak kullanılmış değildir.
Sayın Akıncı için kullanılan “ekselâns” sıfatının Kıbrıs’a ilişkin özel bir nedeni ve anlamı vardır. Bu özel anlamı dolayısıyla da Sayın Akıncı için “ekselâns” sıfatının kullanılmasına Rum ve Yunan taraflarınca göz yumulmuştur. 
Bilindiği üzere, Rumların ve Yunanistan’ın ortak iddiaları, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yaşamını sürdürdüğü ve 1960 Anayasası’na aykırı olarak sadece Rumlardan müteşekkil bir heyetin Kıbrıslı Türkleri de temsil eder şekilde sözde “Kıbrıs Devleti’nin” “hükûmeti” olduğu yolundadır. Bu mesnetten yoksun iddiayı maalesef BM ve AB öteden beri kabul etmiş ve uygulamalarını bu mesnetsiz varsayıma göre yapmıştır. 
BM nazarında Anastasiadis 1960 Anayasası’na göre sözde “Kıbrıs Devleti’nin” “Cumhurbaşkanı’dır”, Sayın Akıncı’nın da “Cumhurbaşkanı Yardımcısı” olduğu farzedilmektedir. Konferans’ta Akıncı ve Anastasiadis için kullanılmış olan “ekselâns” sıfatı iki liderin sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti’nde” sahip oldukları varsayılan makamlardan kaynaklanmaktadır. 
Bu sakat uzlaşı formülü sadece Akıncı ve Anastasiadis’in önündeki tabelalar için kullanılmış olsaydı, Konferans’ı akamete uğratıyor olmama kaygısıyla Türk tarafınca kabul edilmiş olduğu belki düşünülebilirdi. Türk tarafı Sayın Akıncı için kullanılmış olan “ekselâns” sıfatının kendisinin “KKTC Cumhurbaşkanı” olmasından kaynakladığı yorumunu yaparak durumu tevil edebilirdi.
Sayın Akıncı’nın Cenevre’de Konferans’tan sonra yaptığı basın toplantısında “taraflar eşit olarak bu toplantıda yerini aldı” demiş olması, BM’nin Rumlarla birlikte oynadığı oyunun farkında olmadığını göstermektedir.
Türkiye “Ekselâns” Tabelasını Kabul Etmemeliydi
Türkiye, bu uzlaşı formülünü kabul etmekle kendi egemenlik tasarrufundan feragat etmiş olmaktadır. Böyle bir feragati Yunanistan, İngiltere ve AB’nin sırf Rum tarafını memnun etmek için göze almış olması doğaldır. 
Türkiye’nin Dışişleri Bakanı’nın, kişilerin değil, garantör devletlerin temsil edildiği bir uluslararası konferansa ismen katılmış olması kabul edilebilir mi?
BM çerçevesinde ismen katılımın olduğu toplantılar mevcuttur. Bunlar “uzman” (expert) toplantılarıdır. Örneğin BM İnsan Hakları Komisyonu çerçevesinde bu nevi “uzman” oluşumları vardır. Katılımcıların toplantıdaki beyanlarının, takındıkları tutumların hükûmetlerini bağlamadığı varsayılır.  
Hatırlanacağı üzere, önce Sayın Cumhurbaşkanımızın Konferans’a katılacağı 8 Aralık 2016 günü Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü tarafından açıklanmıştı. Sonra Sayın Başbakan’ın katılması söz konusu olmuştu. Sayın Cumhurbaşkanı veya Sayın Başbakan katılsalardı Türkiye adına değil kendi şahısları adına mı katılmış olacaklardı? 
Konferans devam etmektedir.  Yeniden ve bu sefer belki de daha üst seviyede toplanırsa katılım yine Devlet ve Hükûmet namına değil kişisel sıfatla mı olacaktır? Örneğin Konferans’ta “Ekselâns Bay Erdoğan” veya “Ekselâns Bay Yıldırım” tabelâsı mı kullanılacaktır? Böyle bir uygulamanın kabul edilmesi düşünülebilir mi?
Bu Uygulamadan Rum Tarafı Kârlı Çıktı
Özetlemek gerekirse, Cenevre Kıbrıs Konferansı’nda yapılan bu olağandışı sakat uygulamadan kârlı çıkan, benim değerlendirmeme göre,  Rum tarafı olmuştur.
Çünkü, yukarıda kaydettiğim olgular, Anastasiadis’in diplomasi oyunlarıyla dolaylı yoldan ve şekilde de olsa, Cenevre Kıbrıs Konferansı’nda sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti’ni” temsil ettirmeyi başarmış olduğunu ortaya koymaktadır.
Esasen, Anastasiadis toplantıda yaptığı konuşmada hem “Kıbrıs Rum toplumunun lideri” hem de “AB’nin ve BM’in üyesi bir devletin Cumhurbaşkanı” olduğunu açıkça ifade etmiş bulunmaktadır. Anastasiadis’in konuşmasının Konferans’ın hemen ertesinde internette yer alan metninde bu beyan açıkça görülmektedir.   
Yunanistan Dışişleri Bakanı Kotzias’ın konuşma metni de yayınlanmıştır.  Yunan Bakan’ın da Konferans’ta Anastasiadis’i “Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı” olarak zikretmiş; Akıncı için “Bay Akıncı” demiştir. 
Bütün bunlar, Ada’daki iki liderin, müzakere süreci çerçevesinde iki “toplumun” statü eşitliğine uygun sıfatlarla anılmalarını gerektiren kuralın pervasızca ihlâlini oluşturmaktadır. 
Türk Tarafının Hevesle Çözüm Araması Beyhudedir
Bu durum, Sayın Akıncı’nın ve Türkiye’nin, çözüm yolundaki son aşama olan Konferans çerçevesinde dahi Kıbrıs Türk tarafını “toplum”, Rum tarafını “devlet” statüsünde kabul eden zihniyetteki Rum - Yunan ortaklığı ile Kıbrıs sorununa büyük bir heves ve iştiyakla çözüm aramalarının beyhudeliğini ve hattâ tehlikesini apaçık ortaya koymaktadır. Üstelik bunu yaparken Türk tarafı karşı tarafa taviz üstüne taviz vermiş bulunmaktadır. 
KKTC ve Türkiye böyle tavizler vermek durumunda kalacak ölçüde sıkıntı içinde ve Kıbrıs konusunda ille de anlaşma sağlanmasına muhtaç durumda mıdırlar?
Akıncı Açış Konuşmasında Rum’un İddialarına İtiraz Etmiş Değildir
KKTC Cumhurbaşkanı’nın konuşma metni, Anastasiadis’in ve Kotzias’ın konuşma metinlerinin açıklanmasından birkaç gün sonra internette yer almıştır. Metni okuduğum zaman içeriği bakımından hayrete düşmüş bulunuyorum.  Çünkü, Sayın Akıncı’nın konuşmasında, Anastasiadis’in hem “Kıbrıs Rum toplumunun lideri” hem de “AB’nin ve BM’nin üyesi bir devletin Cumhurbaşkanı” olduğu yolunda Konferans huzurunda yaptığı beyanın kabul edilemez olduğuna; bu iddianın aynı zamanda Kıbrıs müzakere sürecine iki tarafın toplum olarak eşit statüde katılması ilkesine aykırılık teşkil ettiğine dair herhangi bir ifade görmüş değilim. 
Akıncı Yunanistan Dışişleri Bakanı’nın Ada’daki liderlerin statü eşitliğini inkâr eden beyanına da itirazda bulunmamıştır. 
Şayet Sayın Akıncı metin dışına çıkarak irticalen itiraz beyanında bulunmuşsa bunun kamuoyuna açıklanması ve BM zabıtlarına geçmiş olması gerekir. 
Ayrıca, Anastasiadis’in kendisini Konferansa “Cumhurbaşkanı” olarak takdim eden beyanı karşısında da Akıncı’nın “ben de Konferans’a hem Kıbrıs Türk halkını, hem de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni temsilen katılmaktayım” şeklinde bir beyanda bulunarak bu beyanını zabıtlara kaydettirmiş olmasının gerektiğini düşünmekteyim.
Sayın Akıncı itirazlarını ve mukabil beyanlarını kuliste veya heyetlerin katılımlarıyla düzenlenen çalışma yemekler sırasında yapmış olabilir. Ancak, kulisteki ikili temaslarda ve/veya yemek sırasında yapılacak itiraz beyanlarının, zabıt tutulan resmî oturumlarda yapılan beyanlar değerinde olmadığı ve aynı sonuçları vermediği bilinmektedir.
Çavuşoğlu’nun Konferans’taki Açış Konuşma Metni Yayınlanmadı
Sayın Çavuşoğlu’nun konuşma metni yayınlanmamıştır. Dışişleri Bakanımızın bu konuda bir beyanda bulunup bulunmadığını bilmiyorum. Sayın Bakan’ın Konferans ertesinde verdiği çeşitli demeçleri ve yaptığı açıklamaları okudum. Bunlarda, Konferans’ta Anastasiadis’in ve Kotzias’ın Ada’daki iki tarafın statüleri hakkındaki beyanlarına cevap teşkil eden bir ifade görmedim.
Konferans Diğer 5 Gündem Başlığında Taraflar Arasında Anlaşma Olmasından Sonra Toplanmalıydı
Konferans ile ilgili olarak dikkate alınmamış olan bir başka usul kuralı daha olmuştur. 
Bilindiği üzere Kıbrıs müzakerelerinin gündemi 6 konu başlığından oluşmaktadır. Bu başlıklardan biri "Güvenlik ve Garantiler" konusu hakkındadır. Bu konunun, gündemdeki diğer konular üzerinde taraflar arasında anlaşma sağlanmasından sonra, en son olarak ve garantör devletlerin de katılımlarıyla bir Konferans düzeninde müzakere edilmesi hususunda, Kıbrıs müzakere sürecinin önceki aşamalarından bu yana ortak bir anlayış ve mutabık kalınan bir usul kuralı mevcuttur. Bu anlayış ve kural BMGS'nin raporlarına ve BM Güvenlik Konseyi'nin kararlarına da yansımıştır. 
Meselâ, BMGS Kasım 2011 Raporunda müzakere sürecinde son safha olan "konferansın" toplanabilmesi için tarafların Kıbrıs sorununun iç veçhesini oluşturan konularda anlaşmaya varmış olmaları gerektiği görüşünü dile getirmiştir. 
BM Güvenlik Konseyi 14 Aralık 2011 tarihli ve 2026 sayılı kararıyla BMGS'nin bu görüşünü benimsemiştir. 
Buna göre, Kıbrıs'taki iki tarafın gündemdeki diğer bütün müzakere başlıklarında anlaşmaya varmış olmaları Konferansın toplanması için yöntemsel bir ön şart niteliği kazanmıştır.  
Bu ön şartın konulmasının temel amacı, çözüm şeklinin iç dengesinin Ada’daki taraflar arasındaki uzlaşma ve anlaşma yoluyla sağlanmasını müteakip garantör devletler Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında,  çözümün dış dengesinin de oluşturulmasıdır.  
Esasen güvenlik ve garantiler konusunun görüşülüp bir sonuca varılabilmesi için garantinin konusunu teşkil edecek çözüm şeklinin önceden ortaya çıkması zorunludur. 
Diğer taraftan, 2008’den sonra müzakere sürecine esas teşkil eden – görüşüme göre yanlış ve Türk tarafının pozisyonunun dayandığı zemini aşındıran - “Kıbrıslı çözüm” kavramının da doğrudan Ada’daki iki toplumu ilgilendiren anayasal ve günlük hayata ilişkin konuların, garantör devletlerin müdahalesinden müstakil olarak iki tarafın kendileri tarafından önceden çözümlenmesini gerektirdiğini söylemeğe lüzum yoktur. 
“Güvenlik ve garantiler” konusu ile  diğer konular arasında pazarlık cereyan etmesinin önlenmesi de bu uygulamadaki temel düşüncelerden biridir.  
BMGS’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Norveçli Eide de 9 Ocak günü Cenevre’de yaptığı basın toplantısında 12 Ocak’ta “Uluslararası Konferans’ın” toplanabilmesinin 9 – 11 Ocak’ta Ada’daki iki tarafın liderlerinin “Güvenlik ve Garantiler” konusunun dışındaki “bütün konu başlıklarında ya tamamen veya çok büyük ölçüde anlaşmaya varmalarına bağlı olduğunu” ortaya koyan açık ifadeler kullanmıştır. 
Halbuki, 9 – 11 Ocak’ta Akıncı ile Anastasiadis arasında Cenevre’de cereyan eden görüşmelerde de "Güvenlik ve Garantiler" bahsinin dışındaki Türk tarafı için hayatî önem  taşıyan diğer birçok konuda Ada'daki taraflar arasında henüz mutabakat sağlanamamış olduğu bir gerçektir. 
Tarafların toprak konusunda Cenevre’de ortaya koydukları ve BM’nin kasasına kaldırılmış olan haritalar üzerinde de mutabakat ortaya çıkmış değildir. 
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu bu gerçeği 14 Ocak’ta Ankara’da düzenlenen basın toplantısında “….her iki taraf da bu gördükleri haritanın kabul edilemeyeceğini bildiren birer mektubu Genel Sekretere de verdiler. Sayın Akıncı da zaten Rum tarafının teklifinin ciddi olmadığını, hiçbir Kıbrıs Türk’ünün bu haritayı kabul etmeyeceğini güçlü bir şekilde vurguladı; aynı şey bizim için de tabii ki geçerlidir, yok öyle Karpaz’mış, diğer yerlerdir, bunlar falan söz konusu zaten olamaz” şeklindeki ifadelerle dile getirmiştir.
Bu gerçek sebebiyledir ki münhasıran "Güvenlik ve Garantiler" konusunu görüşmek ve sonuçlandırmak amacıyla 12 Ocak'ta açılan Konferans, yaptığı bir günlük toplantının ardından çalışmalarına ara vermek zorunda kalmıştır.  Çünkü, Rum - Yunan ittifakı 1960 İttifak ve Garanti Antlaşmalarından kurtulmak için, henüz üzerinde anlaşmaya varılamamış diğer 5 başlık altındaki konuları pazarlık olarak kullanma sevdasında olmuştur.   Rum - Yunan ortaklığının bu tutumu elbette ki İngiltere'yi ve BM Sekretaryasını rahatsız etmemiştir. 
BM’nin Çizdiği Yol Haritası
Konferans'ın yayınladığı basın açıklamasında bir yol haritası mahiyetinde şu unsurlara yer verilmiştir:
-     Yardımcılar düzeyinde bir çalışma grubu oluşturulması. Bu grubun çalışmalarına 18 Ocak'ta başlaması. Grubun belirli sorunları ve bu sorunların hangi vasıtalarla ele alınabileceğini saptama görevi görmesi.
- Buna paralel olarak diğer başlıklar altındaki çözülememiş konulara ilişkin görüşmelerin Kıbrıs'taki taraflar arasında sürdürülmesi.
-     Bunların tamamlanmasından sonra, Konferans'ın, çalışma gruplarındaki görüşmelerin sonuçlarını gözden geçirmek üzere siyasî düzeyde derhal çalışmalarına devam etmesi.
Açıklamanın sonunda, Konferans'ın, üç garantör gücün kapsamlı çözüme ulaşılmasını destekleme hususundaki taahhüdünü teyit ettiği ifade edilmiştir.
Bu açıklama da, Konferans'ın henüz diğer 5 başlık altındaki çeşitli konularda Ada'daki taraflar arasında mutabakat sağlanmadan yani zamansız ve maalesef “ucu açık” olarak toplanmış olduğunu ortaya koymaktadır. 
5 Başlıkta Anlaşma Olmamışken Konferans’a Katılmak Türkiye İçin Hata Olmuştur
Türkiye, Akıncı ve Anastasiadis'in 1 Aralık 2016'daki akşam yemeği buluşmasında varılan mutabakattan itibaren ucu açık olacağı bilinen Konferans'ın toplanmasına zamansız ve zeminsiz olarak razı olmakla, kanaatimce, Kıbrıs konusunda tarihî bir stratejik hata yapmıştır. Bir an önce çözüm için çırpınan Kıbrıs Türk Liderliğinin bu hatadaki payı da az değildir. Türkiye’nin ve KKTC’nin Konferans girdabına kendilerini kaptırmış olmalarının olumsuz etkileri korkarım çok geçmeden hissedilecektir. 
Ucu Açık Konferans Türkiye İçin Bir Oldubitti mi?
“Kıbrıs’ta Çözüm Mü? Kalıcı Barış Mı” başlıklı yazımda Konferans’ın “ucu” açık biçimde toplanmasının sakıncasına işaret etmiştim.
Dışişleri Bakanı Sayın Çavuşoğlu’nun da 14 Ocak günü basın toplantısında “ucu açık süreç istemiyorduk” demiş olduğunu görüyorum. O halde Konferans neden ucu açık olarak toplandı? Bunun kararı 1 Aralık 2016 akşamı Akıncı ile Anastasiadis tarafından alınmamış mıydı? Acaba Türkiye ile Akıncı arasında bir koordinasyon eksikliği mi olmuştur? Yoksa Kıbrıs sorununda bir an önce çözüme ulaşılmasını çok istediği belli olan Akıncı Türkiye’ye bir oldubitti mi yapmıştır?
Şurası bir gerçektir ki, münhasıran “güvenlik ve garantiler” konusunun görüşüleceği ucu açık Konferans sürecinde anlaşma yolunda ödün vermesi için beklentilerin ve dikkatlerin kendisine yöneleceği taraf Türkiye olacaktır. Olmuştur da! Rum tarafı ve Yunanistan Cenevre aşamasından çok önce Kıbrıs’ta anlaşma olmasının Türkiye’nin garantiler bahsinde takınacağı tutuma bağlı olduğunu söylemeye başlamışlardır. 
İngiltere’nin ve hattâ BM Sekretaryasının farklı düşüncede olduklarına dair de ortada bir belirti yoktur. 
Konferans’a, gözlemci statüsünde de olsa, katılmasına göz yumduğumuz AB’nin “güvenlik ve garantiler” konusunda kendi üyeleri olan sözde “Kıbrıs’ı” ve Yunanistan’ı desteklediği de bilinen ve görülen bir gerçektir. AB, çözümden sonra “birleşik Kıbrıs’ın” AB üyeliğini başlı başına bir güvence olarak gördüğünü söyleyegelmektedir. 
Şu sıralarda çok dostumuz gibi görünen Rusya Federasyonu dahi “garantilerin”  ve “Ada’daki Türk askerî varlığının” sona erdirilmesinden yana olduğunu gizlememektedir.
BM Görüşüne Göre Sorun Garanti Ve İttifak Antlaşmalarında Düğümleniyor
Konferans’tan bir gün sonra 13 Ocak’ta basın toplantısı düzenleyen BMGS’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Eide, diğer hususlar meyanında BM’nin düşünce tarzını ortaya koyan şu önemli sözleri dile getirmiştir:
“….Temelde sorun 1960 Antlaşmalarının ne olacağıdır. Sorunun özü budur. Bir çeşit İttifak Antlaşması’nın ve bir çeşit garanti sisteminin devamı olacak mıdır yoksa olmayacak mıdır?......Tartıştığımız konu acaba bunlar hakkında bir şey yapabilir miyiz? Şayet başarısız olursak bunlar orada kalacak demektir. Başarılı bir sürecin başarısızlıkla sonuçlanması garanti sisteminin ve askerî birliklerin ilkesel olarak belirsiz süre orada kalacağı anlamına gelir….”
[….Basically, it is the question about what happens to the treaties of 1960; that is the essence of the question.  Shall there be a continuation of some kind of treaty of alliance and shall there be a continuation of some kind of guarantee system or not?....  We are discussing whether we can do something about them, and if we fail, it means they will remain there.  The failure of a successful process means the guarantee system will be there in principle indefinitely, and the troops will be there in principle indefinitely.]  
Görüleceği üzere BM’nin gözüyle de sorunun halli 1960 İttifak ve Garanti Antlaşmalarının üzerinde düğümlenmiş bulunmaktadır. BM yetkilisi bu sözleri güvenlik ve garantiler konusunun dışındaki konularda Türk tarafı için çok önem arzeden noktaları Rum tarafı henüz kabul etmemişken ve edeceklerine dair ortada inandırıcı hiçbir işaret de yokken söyleyebilmektedir. 
Çözüm İçin Gözler Türkiye’ye Çevrilmiş Durumda
Konferans’ın açıldığı 12 Ocak’tan itibaren artık gözler Türkiye’ye çevrilmiş bulunmaktadır. Çünkü Konferans’ın toplanmasıyla Kıbrıs’a ilişkin gündem değişmiştir. Bu aşamadan sonra gündemi “Güvenlik ve Garantiler” oluşturacaktır.  Uzlaşma ve anlaşma zihniyetinden uzak Rum tarafının katı tutumunun sonucu olarak diğer beş başlıkta birçok önemli konuda devam eden anlaşmazlık noktaları âdeta unutulmuştur. Türk tarafı istediği kadar gündemdeki konu başlıkları içinde Rum tarafının olumsuz tutumuna takılan birçok önemli konu olduğunu söylesin, muhataplarımız çözümün kilidini açacak konu olarak “garantiler” ve “Ada’daki Türk askerî varlığı” konuları üzerinde duracaklardır. “Dostlarımız”  bize “siz güvenlik – garantiler meselesinde karşı tarafın endişelerine anlayış gösterin, biz de diğer askıdaki noktalarda uzlaşma için karşı tarafı ikna etmeye çalışacağız” mealinde on yıllardır duymaya alıştığımız beyanlarda bulunacaklardır. 
Son defa İngiltere Başbakanı T. May’in ülkemizi ziyaretinde Kıbrıs konusu da ele alınmıştır. Vaşington’a gerçekleştirdiği ziyaretten doğrudan Ankara’ya gelen İngiliz Başbakan’ın, garantiler konusunu öne çıkararak çözüm için Türkiye’yi ikna edici sözler dile getirmiş olduğunu varsaymak yanlış olmaz. Öte yandan İngiliz Başbakan’ın yeni ABD Başkanı Trump ile Kıbrıs konusunda yaptığı görüşmeyi de Ankara’daki muhataplarına nakletmiş olması da hatıra gelmektedir. 
Bu ziyareti takiben Ankara’ya gelen Alman Şansölyesi Merkel’in  Sayın Cumhurbaşkanı’na ve Sayın Başbakan’a Cenevre’deki başarısızlığa bakmadan Kıbrıs Konferans  sürecinin hızlandırılarak devam ettirilmesi dileğinde bulunmuş olduğunu; sorunun çözümünün AB bakımından önem taşıdığı ve çözümün Türkiye’nin AB üyelik sürecinin rayına girmesine yardım edeceğini yolunda mesajlar vermiş olabileceğini tahmin edebiliriz. 
İşte bu sebeplerle, KKTC’nin ve Türkiye’nin diğer 5 başlık üzerinde anlaşma ortaya çıkmadan Konferans’ın toplanmasına rıza göstermemiş olmaları gerektiği düşüncesindeyim.
Akıncı’nın Konuşması Bende hayal Kırıklığı Yarattı
Yukarıda da belirttiğim üzere, 12 Ocak günü Konferans’ta yapılan konuşmalardan Akıncı’nın, Anastasiadis’in ve Kotzias’ın konuşma metinlerini internette okumuş bulunuyorum. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun konuşma metnini araştırmama rağmen temin edemedim.
Sayın Akıncı’nın Konferans’taki konuşmasının “President Akıncı’s opening speech at the five party conference on Cyprus” (Cumhurbaşkanı Akıncı’nın beşli Kıbrıs konferansında yaptığı açış konuşması) başlıklı İngilizce metnini çok dikkatli biçimde okudum. Konuşmanın ben de yeni bir hayal kırıklığı yarattığını ifade etmekten kendimi alamıyorum.
Çünkü konuşma metnini okuduğum zaman, sadece bir konuyu, yani “güvenlik ve garantiler” konusunu görüşmek üzere toplanmış olan Konferans’ta, Sayın Akıncı’nın “güvenlik ve garantiler” konusunda Türkiye’nin pozisyonuna dayanak veya referans teşkil edebilecek tek bir kelime söz söylememiş olduğunu görüyorum. 
Akıncı’nın toplantıda başkaca konuşma yapıp yapmadığını bilmiyorum. Değerlendirmemi açış konuşmasına bina ediyorum.
Açış konuşmasının hemen hemen tamamı Kıbrıs Türk tarafının çözüm isteğini yansıtan; biran önce çözüme ulaşılabilmesi için garantör devletlerin, BMGS’nin ve AB’nin kendilerine yardım etmesi gereğine işaret eden;   çözümün sadece Kıbrıslı Türklere değil, Rumlara, Türkiye’ye, bölgeye çeşitli açılardan fayda sağlayacağını vurgulayan ifadelerden oluşmuştur. 
Kıbrıs sorununun kronolojik akışı içindeki olgulara, gerçeklere, Kıbrıs sorunun ortaya çıkış sebeplerine, Türkiye’yi 1974 Barış Harekâtını gerçekleştirmeye sevk eden tarihî olaylara aykırılık teşkil etse de, Akıncı Kıbrıslı Türklerin ve Rumların geçmişin acılarını paylaştıklarını ifade etmekten de geri kalmamıştır. 
Sayın Akıncı’nın konuşma metnini hazırlayanlar geçmişte EOKA’nın saldırıları sonunda yüzlerce Kıbrıslı soydaşımızın hayatlarını kaybettiğini; binlerce gazimizin olduğunu; Ada’nın nüfusunun yaklaşık yüzde 30’una tekabül eden ve toprakların yüzde 30’dan fazlasının tapulu sahibi olan Kıbrıslı Türklerin, can güvenliği için Ada’nın yüzölçümünüm yüzde 3’üne denk gelen ceplerde toplanmak zorunda bırakıldıklarını; buralarda da ekonomik abluka altına alındıklarını; en vazgeçilmez günlük ihtiyaç maddelerinin Rum yönetimince  “stratejik maddeler” listesine alınarak, soydaşlarımıza ulaşmalarının engellendiğini; 38 kalemden oluşan bu listede araç lâstiği, bot, saman, ayakkabı bağı, eldiven, uzun konçlu çorap, yün çamaşır ve giyim eşyası, plâstik boru, vs gibi mübrem ihtiyaç maddelerinin yer aldığını; Kıbrıslı Türklerin Aralık 1963’den sonra içinde yaşamak zorunda bırakıldıkları şartların BMGS’nin raporlarında   “gerçek kuşatma” (veritable seige) olarak nitelendiğini bilmiyorlar mıydı? 
Yukarıda da belirtmiştim. BMGS’nin danışmanı Eide “konferansın tartışma konusunu esas itibariyle Garanti ve İttifak Antlaşmalarının oluşturduğunu” söylemiştir. Oysa Akıncı’nın konuşmasında bu antlaşmalardan hiç bahis yoktur. 
Sayın Akıncı açış konuşmasında “biz kalıcı bir çözüm ve barış istiyoruz; bu hedef doğrultusunda samimiyetle gece gündüz çalışıyoruz; bunula beraber, halkım çözüm çerçevesinde kendilerini güvenlik içinde hissedebilmesi ve ayrıca bir anlaşmanın kendileri bakımından kabul edilebilir olması için Türkiye’nin fiilî ve etkin garantisine ihtiyaç duymaktadır. Halkım 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının aynen yürürlükte kalmasını istemektedir; bu gerçeği dikkate alarak Türkiye’ye etkin ve fiilî garanti hakkının muhafaza edilmesi hususunda çağrıda bulunuyorum” mealinde ifadeler kullanmış olması gerekmez miydi? 
“Dönüşümlü Cumhurbaşkanlığını ihtiva etmeyen bir anlaşmayı halkıma sunamam” şeklinde demeçler vermiş olan Akıncı – ki doğrusu da budur -  aynı ifadeyi bu sefer “Garanti ve İttifak Antlaşmaları” hakkında Konferans’ta neden dile getirememiştir?
Sayın Akıncı bunu yapmakta ne sakınca görmüştür?
Anastasiadis Konuşmasında Güvenlik ve Garantiler Üzerinde Duruyor
Konferans’taki konuşmasında Sayın Akıncı’ya “aziz dostum Mustafa” diye samimi bir dille hitap eden Anastasiadis, Akıncı’nın konuşmasından iki misli uzunluktaki konuşmasının hemen hemen tamamını “güvenlik ve garantiler” konusuna tahsis etmiştir. 
Anastasiadis, “yaşadığımız bu tarihî anlarda hepimizin dürüst ve açık sözlü olmasına ihtiyaç vardır” diyerek bu konuda bakınız neler dile getirmiştir. Can alıcı ifadelerin İngilizceden tercümesini aşağıda sunuyorum: 
--“Münhasıran Güvenlik ve Garantiler konusu üzerinde toplanacak olan bu Konferans’ın sonucu Kıbrıs sorununun çözümüne ulaşılmasına kesinlikle yol açacaktır;”
--“Bugün hâlâ karşılaşmakta olduğumuz birçok sorunun kaynağını, Türkiye’nin, Yunanistan’ın ve İngiltere’nin Kıbrıs Cumhuriyeti ile imzalamış olduğu Garanti Antlaşması teşkil etmektedir;”
--“Esefle kaydetmek isterim ki, tarihî olayların da doğruladığı gibi işbu Antlaşma amacına hizmet edememiş veya Cumhuriyet’in düzgün işlemesine olumlu katkıda bulunamamıştır;”
--“Annan Planı’nın 2004’de Kıbrıslı Rumlar tarafından % 76 nispetinde bir oyla reddedilmiş olmasının sebebi ihtiva ettiği çeşitli hükümlerin meşru kaygılarına cevap vermemiş olmasıdır. Bunların en önemlisi Ada’da yabancı askerî birliklerin bulunmasına ve Garantör Devletlerin kendi takdirlerine göre lüzum gördükleri zaman müdahale etme hakkını muhafaza etmelerine imkân veren hükümlerdir;”
--“Halen üzerinde anlaşmış bulunduğumuz anayasal hükümlerin bütün vatandaşların güven duygularını kuvvetlendireceği ve bunların barış, istikrar ve refah şartlarının yaratılması yolunda en iyi garantiyi oluşturacağı kanaatindeyim;”
--Bu çerçevede, Kıbrıslı Rumların ve Türklerin güvenliğine yönelebilecek tehditleri caydırmak maksadıyla geçici bir sure için Çokuluslu Polis Gücü oluşturulmasını önermiş olduğumu hatırlatmak isterim;”
--“Çözüm anlaşmasının hükümlerinin düzgün ve emin biçimde uygulanmasını sağlamak üzere BM Güvenlik Konseyi’nin kuvvetli içerikli bir karar Kabul etmesi gerektiği görüşündeyim;”
--“BM Yasası’nın çeşitli hükümlerinin üye devletlerin toprak bütünlüğünü ve siyasî bağımsızlığını koruduğunu hatırlatmak isterim;”
--“AB üyeliği de Birleşik Kıbrıs’ın bütün vatandaşlarının temel insan hakları ve hürriyetlerinden yararlanmaları için en iyi teminatı oluşturacaktır;”
--“Geçmişin tarihî gelişmelerini ve ortaya çıkan statükoyu dikkate alarak, çözüm sonrasında yabancı askerî birliklerin mevcudiyeti ve garanti ve müdahale haklarının bulunması Rum toplumu tarafından dengesiz bir düzenleme olarak değerlendirilecektir.”
--“Ayrıca, böyle bir güvenlik düzenlemesi bir topluma diğeri aleyhine hâkim güç olduğu duygusunu verirken, bunun diğer toplum tarafından kendisine yönelik bir tehdit olarak algılanmasına yol açacaktır. Sonuçta siyasî eşitlik altüst olacaktır.”
Yunanistan Dışişleri Bakanı’nın Konuşmasının Ana Konusu “Güvenlik ve Garantiler”
Yunanistan Dışişleri Bakanı Kotzias’ın Konferans’ta yaptığı konuşmanın metnini de okudum.  Kotzias, Anastasiadis’in konuşmasının muhtevasına paralel görüşler açıklamıştır. Doğrudan 1960 Garanti ve İttifak antlaşmalarının tesis ettiği güvenlik sistemini hedef alan sözler söylemiştir. 
“Biz garanti sisteminin zamanı geçtiğine inanıyoruz. Bu sistem sömürgecilik dönemine ait bir güvenlik sistemidir” demiştir.
Kotzias “en iyi garantinin vatandaşların bireysel ve kolektif hakları ve Avrupa Birliği olduğunu” öne sürmüştür.
Basın toplantısında da, âdil çözümün, sorunun sebeplerinin ortadan kaldırılması suretiyle elde edilebileceğine işaret etmiş ve  “yani işgal kuvvetlerinin çekilmesiyle, böylece işgalin sona erdirilmesiyle ve açıkça kötüye kullanılmış olan mevcut garantiler sisteminin sona erdirilmesiyle” demiştir.
Yunanistan Dışişleri Bakanı 15 Ocak’ta verdiği bir mülâkatta da Yunanistan’ın çözüm şekline dair görüşünü şu ifadelerle açıklamıştır: “Avrupa Birliği hukuku ve uluslararası hukuk uygulanmalıdır. Kıbrıs’a egemenliği bahşedilmelidir. Kıbrıslı Türklere mümkün olan azami ölçüde haklar verilmelidir. Kıbrıslı Rumlara mümkün olan azami ölçüde güven duygusu aşılanmalıdır.”
Bu son ifadenin yansıttığı zihniyet aşikârdır: Yunan Bakan’a göre Kıbrıs egemen bir devlettir. Kıbrıslı Türkler kendilerine mümkün olan ölçüde hak bahşedilecek bir azınlık konumundadır. Bu zihniyet 1963’de böyleydi. Şimdi de aynen devam etmektedir. 
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun Konuşmasına Dair Basında Yer Alan Bilgiler
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun Konferans’ın açılış celsesinde yaptığı konuşma yayınlanmadığı için Türkiye tarafından Konferans’ta ne gibi mesajlar verildiği hakkında konuşma metnine dayalı bir değerlendirme yapma imkânına sahip değilim. 
Bununla beraber Sayın Bakan’ın Konferans’ta ortaya koyduğu pozisyona dair basında bazı bilgiler yer almıştır.
Bu bilgilere göre Sayın Çavuşoğlu Türkiye’nin pozisyonunu 3 temel nokta üzerinde bina etmiştir:  
Birincisi, garanti sisteminin devam etmesi;
İkincisi, ortaya çıkacak anlaşma ve buna dayalı antlaşmanın AB’nin birincil hukuku haline getirilmesi;
Üçüncüsü: AB üyesi devletlerin vatandaşlarının Kıbrıs’ta sahip oldukları 4 özgürlüğün (menkul malların, insanların, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımı) Türkiye’de AB’ne tam üye oluncaya kadar, Türk vatandaşlarına da tanınması.
Sayın Bakan’ın tekliflerinin basına yansıyan şeklinden hareketle sağlıklı bir değerlendirme yapmak mümkün değildir.  Teklifin Konferansta İngilizce olarak dile getirilen resmî metni esas alınmalıdır. Bu metni bilmiyoruz. 
Garanti sistemi hakkındaki teklifte “Garanti ve İttifak Antlaşmaları” zikredilerek bu Antlaşmaların devamı mı istenmiştir, yoksa genel bir ifadeyle garanti sisteminin olmasından mı söz edilmiştir?  Türkiye anılan antlaşmaların yürürlükte kalması üzerinde ısrar etmelidir. Bu anlaşmalara dayalı fiilî ve etkin garanti sistemini sulandırabilecek, gevşetebilecek dil kullanmaktan kaçınılmalıdır. 
Sayın Çavuşoğlu basına yaptığı açıklamalarda “güvenlik ve garantiler”  konusunda“…biz Türkiye olarak güvenlik ve garantiler konusunda tutumumuzu net bir şekilde ortaya koyduk. Bizim tutumumuzla Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti heyetinin tutumu tamamen örtüşüyor. Ortada bir gerçek var ki Türkiye'nin garantörlüğü, Türkiye'nin güvencesi, garantisi, Kıbrıs Türk halkı için hayati derecede önemlidir….”  şeklinde konuşmuş.
Sayın Bakan  “güvenlik ve garantiler” konusunda “bizim tutumumuzla Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti heyetinin tutumu ile tamamen örtüşüyor” demiş ama, ben Sayın Akıncı’nın Konferans’ta yaptığı ve KKTC Cumhurbaşkanlığı’nın internet sitesinde yer alan konuşma metninde “güvenlik ve garantiler” sözcüklerinin geçtiğini göremedim. Bu konudan bahis yoktur.
Akıncı’nın konuşma metninde “güvenlik” (security) kelimesi iki yerde geçiyor. Birincisi, “…yeni bir durum yaratılacak ve burada iki toplum eşitlik, hürriyet ve güvenlik içinde yaşayacaktır” cümlesinde yer alıyor. İkincisi de  “….Bütün bunlar sadece ekonomik kalkınmaya yardım etmeyecek fakat güvenlik duygusunun gelişmesine katkıda bulunacaktır” cümlesinde geçmektedir. 
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun Türkiye’nin Konferans’taki tutumuna ilişkin basında okuduğum sözlerinden bazı alıntıları aşağıda kaydediyorum:
"Kıbrıs'taki sorunun çözümünün Doğu Akdeniz'de güven ve yeni iş birliği imkânları yaratacağına biz inanıyoruz. Bu herkes için kazan kazan sonucu getirecektir.”
“Biz Türkiye olarak güvenlik ve garantiler konusunda tutumumuzu net bir şekilde ortaya koyduk…..Ortada bir gerçek var ki Türkiye'nin garantörlüğü, Türkiye'nin güvencesi, garantisi, Kıbrıs Türk halkı için hayati derecede önemlidir.”
“Kıbrıs Türk halkının Türkiye'den beklentileri bizim için esas kriterdir; bunu da toplantılarda açıkça söyledik.
“….biz Türkiye olarak Kıbrıs sorunun çözümünde her zaman ne dediğini bilen, ne istediğini bilen ve yapıcı olan bir ülke olduk…biz yine herkesten bir adım önde olduk, verdiğimiz destekte çok görünür olduk, cesur olduk.” 
“…İlkeler belli, prensipler belli, iki kesimliliğe dayanan, siyasi eşitliği temel alan kalıcı adil bir çözüm konusunda, Kıbrıs Türk halkının da haklarını sonuna kadar koruyan, teminat altına alan bir çözüm konusunda biz her zaman desteğimizi verdik…”
“….Orada da (Cenevre’de) Türkiye kendinden emin, olgun, hazır bir şekilde masadaydı, ne istediğini biliyor, neden istediğini, neden böyle olması gerektiğini gayet net bir şekilde anlatan bir ülke olduk. Türkiye’yle KKTC heyetinin görüşleri tamamen örtüşen - tutumlarımız orada tamamen, yani önceden siz şöyle söyleyin, böyle söyleyin, bir taktik değil, aynı düşündüğümüz için, aynı hedeflerimiz olduğu için örtüşen bir tutum - sergiledik….”
“….Ama herkes müsterih olsun!  Kıbrıs Türk halkının ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının güvenlik, garanti, toprak, diğer konulardaki hassasiyeti bizim hassasiyetimizdir, bu konudaki haklarımızı ve çıkarlarımızı biz sonuna kadar savurunuz, hiç kimse endişe içinde olmasın. Ve çok manipülatif, yönlendirici sosyal medyada da bilgiler yayılıyor, bu bilgilere de, manipülatif şeylere de itibar etmesinler, bize güvensinler.”
BMGS Guterres’in Basın Toplantısı
BMGS Guterres Konferans sırasında 12 Ocak günü bir basın toplantısı düzenlemiştir. Basın toplantısında iki yanına Akıncı’yı ve Anastasiadis’i almıştır.
BMGS açıklamaları çerçevesinde şu sözleri dile getirmiştir:
“Kıbrıs Cumhuriyeti ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin toplumları için sağlam ve sürdürülebilir bir çözüm arıyoruz; tabiatıyla amacımız bu hedefe şimdiki Konferans’ta ulaşmak olmakla birlikte,  ne kadar süre çalışmamız gerekiyorsa o kadar çalışıyor olacağız.” 
[ We are looking for a solid and sustainable solution for the Republic of Cyprus and for the communities of the Republic of Cyprus, and we will be working as long as necessary in order to achieve that goal, with the objective naturally to reach these in the context of the present Conference.]
Özellikle Annan Plânı döneminden bu yana yazdığım yazılarda, yaptığım konuşmalarda BM parametrelerinin Kıbrıs sorununun bize göre yok hükmündeki “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin temelinde ve çatısı altında” bir çözüme müsait olduğunu; Akıncı ve Anastasiadis arasındaki müzakerelerin de bizi böyle bir çözüme doğru sürüklediğini tekrar tekrar ifade etmiş bulunuyorum.
BMGS, belki yeni görevinin ilk icraatı olarak katıldığı Cenevre Konferansında henüz BM çevrelerinin aldatmacalarla dolu karmaşık diline aşina olmadığı için, olanı olduğu gibi - günlük dilde kullandığımız ifadeyle - “pat diye” söyleyivermiştir.
Acaba BMGS’nin bu ifadesi KKTC Cumhurbaşkanı’nın dikkatini çekmiş midir? Çekmiş ise BMGS nezdinde bir girişim yapılarak Türk tarafının tepkisi ve görüşleri anlatılmış mıdır? BMGS görevinde yeni olduğuna göre bu çeşit girişimler faydalı olur. Hattâ bir vesile ile eski BMGS Kıbrıs Özel Temsilcilerinden Arjantinli Büyükelçi Hugo Gobi’nin “Rethinking Cyprus” kitabının kendisine verilmesi düşünülebilir.
Çözümün Hedefi Sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti’ni” Yaşatmaktır
Tekrar etmekte fayda görüyorum: Sayın Akıncı’nın iştiyakla ulaşmaya çalıştığı çözüm BMGS’nin açık kalplilikle tarif ettiği çözüm şeklidir. Esas alınan “Kıbrıs Cumhuriyeti’dir.” Bu sözde devletin iki toplumu yine sözde federal bir düzen içinde “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” çatısı altında buluşacaktır. Halen bu çatı altında olan Rumlardır. Kıbrıs Türk halkı hata yaparak çözüme “evet” derse, kendi 34 yıllık egemen devletlerini lağvederek  bu çatı altına girmiş olacaktır. 
Böylece müzakereci Sayın Nami Özdil’in çeşitli vesilelerle dile getirmiş olduğu gibi,  iki Almanya’nın birleşmesi örneğine uygun bir çözüm şekli ortaya çıkacaktır. 
Oysa, Almanya’da birleşmiş olanlar Almanlardı. Irkları, dilleri, dinleri, ülküleri, kültürleri aynıydı. Almanya’da bölünme dış bir güç tarafından meydana getirilmişti. Kıbrıs’ta bölünme ise, Devlet’in nüfus bakımından büyük olan kurucu ortağının diğer kurucu ortağı yok etme plânlarını uygulaması sonucunda vuku bulmuştur. Kıbrıs’ta saldıran taraf ırk, dil, din, kültür, ülkü bakımından hedef aldığı taraftan farklıydı.
Konferans’ın Bildirisi
Konferansa bir günlük bir toplantıdan sonra ara verilmiştir. Konferans bir bildiri metni kabul etmiş ve 12 Ocak günü yayınlamıştır.
Bildiri’de Konferans’ın BMGS’nin himayesi altında toplandığı vurgulanmıştır. Konferans’a “Ekselâns Bay Mustafa AKINCI ve Ekselâns Bay Nicos ANASTASIADIS” ile garantör güçler olarak Yunanistan, Türkiye ve İngiltere Dışişleri Bakanlarının katıldıkları belirtilmiştir. Avrupa Birliği’nin de gözlemci olarak hazır bulunduğu kaydedilmiştir.
Katılımcılar hakkında Bildiride Yunanistan, Türkiye ve Birleşik Krallık ve gözlemci olarak Avrupa Birliği’nin isimleri de zikredilmiş olmakla beraber Konferans’ın oturuş düzeninde üzerinde TÜRKİYE, YUNANİSTAN, BİRLEŞİK KRALLIK, AVRUPA BİRLİĞİ ibarelerinin yazılı olduğu tebelâlar kullanılmamıştır. Yani uygulama başka, kamuoyuna verilen bilgi başka olmuştur. Bu konuya yukarıda değinmiştim.
Bildiri’de, Konferansta cereyan eden görüşmelerin, katılımcıların güvenlik ve garantiler konusunda her iki toplumun kaygılarına cevap veren karşılıklı kabul edilebilir çözümler bulma niyetini taşıdıklarını ortaya koyduğu belirtilmiş; katılımcıların bir toplumun güvenliğinin diğer toplumun güvenliği pahasına sağlanamayacağını takdir ettikleri vurgulanmış ve katılımcıların, aynı zamanda, iki toplumun geleneksel güvenlik kaygılarının üzerinde durulmasına olduğu kadar, müstakbel birleşik federal Kıbrıs için bir güvenlik vizyonu geliştirilmesine de ihtiyaç bulunduğunu kabul ettikleri kaydedilmiştir.
Ada’da Türklerin ve Rumların Güvenlik Kaygı ve İhtiyaçları Arasında Denklik Kuruluyor
Bildiri’nin bu paragrafı, Rum – Yunan ittifakının tarihe mal olmuş bulunan bilinen saldırgan davranışlarının Kıbrıslı Türklerde yarattığı gerçek güvenlik kaygıları ve ihtiyaçlarıyla, Rumların Türkiye ile irtibatlı olarak besledikleri sözde güvenlik kaygıları ve ihtiyaçları arasında denklik kurmuş bulunmaktadır. Bildiride ifadesini bulan, âdeta “katil ile maktulü” aynı kefeye koyan bu anlayış haksız olduğu kadar, güvenlik ve garantiler konusunun Rum tarafının çıkarına olan bir şekilde halledilmesine zemin hazırlar mahiyettedir. 
Ne yazıktır ki, Bildiri’ye yansımış olan bu anlayışın ortaya çıkışına Sayın Akıncı ve Sayın Çavuşoğlu da güvenlik konusunda çeşitli vesilelerle verdikleri demeçlerle katkıda bulunmuşlardır.
KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı müzakere süreci boyunca güvenlik konusunda yaptığı konuşmalarda sürekli barışçı mesajlar verme gayretinde olmuştur. Gerçekleri dile getirmekten dikkatle kaçınmıştır. Beyanlarındaki vurgulamaları sadece Kıbrıs Türk halkının geçmişin acı gerçekleri karşısında Türkiye'nin etkin ve fiilî garantisine ihtiyaç duyduğu olgusu üzerinde yapmak yerine, "iki toplumun geçmişte karşılıklı olarak yaşadıkları acılardan, kanlı olaylardan, bunların sebebiyet verdiği korkulardan ve güvensizliklerden" söz etmiştir. Bildiri’deki bu ifadenin, Türk tarafının, Türkiye’nin Garanti ve İttifak Antlaşmalarından kaynaklanan “fiilî ve etkin” garanti hak ve yetkilerinin devamını savunmasını zafiyete uğratmasından endişe ederim.
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu da geçen yıl bugünlerde Kıbrıs Rum Fileleftheros gazetesine verdiği mülâkatta çözüm çerçevesinde "Kıbrıslı Rumların da güvenlik boyutundaki endişelerinin ciddi şekilde dikkate alınması gerekeceğini" söylemiştir. 
Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Açıklamaları
Konferans’ın ertesinde 13 Ocak günü Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Cuma namazından çıkışında basın mensuplarına Kıbrıs konusunda yaptığı açıklamalara dair haberler “Erdoğan: Türk askerinin Kıbrıs’tan çekilmesi söz konusu değil”, “Erdoğan Kıbrıs'ta son sözü söyledi” şeklindeki başlıklarla çıkmıştır. Haberlerde Sayın Cumhurbaşkanı’nın şu ifadeleri yer almıştır:
“….Güney Kıbrıs ve garantör ülke olarak Yunanistan hala farklı beklentiler içerisindeler. Garantiler, güvenlik noktasında ‘Türkiye'nin olmadığı garantörlüğü beklemeyin’ dedik. Güvenlikte de, biz daha önce belirlendiği gibi…..eşit oranda asker bulunduracağız. Daha önce konuşmuştuk. Hâlâ açık Maraş-kapalı Maraş, Erenköy var. ‘Eğer Maraş'ı tamamen halkın istifadesine sunmak istiyorsanız bizim teklifimiz var, Erenköy ile Güzelyurt arası birleştirilerek Kuzey Kıbrıs'a bırakılır, diğer bölge de Güney Kıbrıs'a bırakılır. Yok Karpaz bize bırakılsın, yok orası bize bırakılsın, böyle bir şey olamaz’ dedik.”  
Türkiye Garanti ve İttifak Antlaşmalarının Devamında Israr Etmelidir
Kanaatimce “Güvenlik ve Garantiler” konusunun ele alındığı Konferans aşamasına ulaştığımız özellikle bu dönemde  Türkiye’nin  “1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının” yürürlüğünün devamından yana olduğunu kesin bir dille ifade etmesi zorunludur. Bu konudaki pozisyonumuzu üzerine bina ettiğimiz temel, kararlılığımızı yansıtmayan gevşek ifadeli beyanlarla kaymaya başlarsa, uluslararası diplomasinin kaygan zemininde durdurulamayacak bir heyelan halini alabilir.
MGK Açıklamasında Kıbrıs
Millî Güvenlik Kurulu’nun 31 Ocak 2017 tarihinde yapılan toplantısının Basın Açıklaması’nda Kıbrıs konusundan şu şekilde söz edilmiştir:
“Kıbrıs meselesine çözüm bulunması için Cenevre’de yapılan görüşmeler kapsamlı şekilde ele alınmış, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin hak ve menfaatlerinin korunması hususunda atılacak adımlar değerlendirilmiştir.”
Kıbrıs müzakere sürecinde Türkiye’nin de yer aldığı “Konferans” aşamasına gelinmiş olmasına rağmen, Cenevre’de toplanan Konferans’a ara verilmesinden sonraki bir tarihte yapılan MGK açıklamasında “Konferans” kelimesinin kullanılmamış olması dikkat çekicidir.  Ayrıca, Konferans’ta Türkiye’yi garantör olarak doğrudan ilgilendiren tek bir konu, “Güvenlik ve Garantiler” konusu ele alınıyor olduğu halde MGK’nın Açıklaması’nda bu konuya hiç değinilmemiş olması da ziyadesiyle düşündürücüdür. 
Oysa hatırlıyorum:  2008 Mart ayında alt yapısı oluşturulan Talât - Hristofyas görüşmeleri münasebetiyle MGK'nın 24 Nisan 2008 tarihli toplantısında Türkiye’nin destek verebileceği çözümün unsurları belirlenmiş ve sarih ve kararlı bir dille kamuoyuna açıklamıştı. Bu çerçevede MGK “garanti ve ittifak Antlaşmalarının yürürlükte kalacağını” vurgulamıştı.
Başbakan Yıldırım’ın BMGS Guterres’i Kabulü
Başbakan Sayın Binali Yıldırım’ın Türkiye’yi ziyaret eden BMGS Guterres ile 10 Şubat günü yaptığı görüşme hakkında basında yer alan bazı haberlerde Başbakan’ın muhatabına “güvenlik ve garantiler konusunun Türkiye için vazgeçilmez olduğunu” ifade ettiği yer almaktadır.  
BMGS ortak basın toplantısında yaptığı konuşmada Cenevre Konferansı’nı “Kıbrıs’ın birliği için Konferans” (Conference for the unity of Cyprus) olarak nitelemiştir.  
BMGS’nin Kıbrıs konusunun teknik terminolojisine vakıf olmadığını bu sözüyle de ortaya koymuştur. 
BMGS Konferans’ın  “Güvenlik ve Garantiler” gündem maddesini görüşmek üzere toplandığının herhalde henüz farkında olamamıştır.  Müzakere sürecinin hedefinin “siyasî açıdan eşit iki toplumlu, iki kesimli bir federal” çözüme ulaşmak olduğunu da henüz öğrenememiştir.  BMGS’nin dilinde “Kıbrıs” BM üyesi kabul edilen sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti’dir.” Dile getirdiği “birliği” (unity) sözü ile de “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin birliğini” kastetmektedir. Konferans’ı da “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin birliğini” sağlamaya yönelik bir konferans zannetmektedir. 
BMGS 12 Ocak günü de Cenevre’deki basın toplantısında benzer bir gaf yapmıştı.
Bu gafları Rum kesiminde ve Atina’da Türk tarafının lehine yapsa, Rum ve Yunan gazetecilerin anında yapılan gafı BMGS’nin yüzüne vurmuş olacağından eminim. Ayrıca, Rum ve Yunan resmî çevrelerinin de BMGS nezdinde gereken uyarı girişimleri yapmış olacaklarından şüphe etmiyorum.
Sanırım Türk misafirperverliği konukların gaflarını yüzlerine vurmamıza mani teşkil etmektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BMGS Guterres’i Kabulü
BMGS’nin 11 Şubat günü İstanbul’da kabul eden Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da, Kıbrıs konusunda muhatabına "Kıbrıs’ta adil ve kalıcı bir çözümün sağlanması için Türkiye’nin müzakerelere destek vermeyi sürdüreceğini” vurguladığı Sözcü İbrahim Kalın tarafından açıklanmıştır.  
Devlet Adamlarımızın Güvenlik ve Garantiler Konusunda Açık ve  Kesin Bir Dil Kullanmaları Zorunludur
Rumların ve Yunanistan’ın ağız birliği halinde sürekli olarak “1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarını” hedef alan ve bu Antlaşmaların sona erdirilmesini isteyen beyanları karşısında Türk Devlet adamlarının da bu konuda daha açık bir dil kullanmaları ve “Türkiye’nin 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarından doğan fiilî ve etkin garanti hak ve yetkilerinin devamına” vurgu yapmaları gerektiği görüşündeyim.
Rum – Yunan Tarafının “Enosis” Ülküsü Canlılığını Muhafaza Ediyor
2017 başında kaleme aldığım “Kıbrıs’ta Çözüm Mü? Kalıcı Barış Mı? başlıklı yazımda, Kıbrıs Türk tarafının verdiği ödünlerle Kıbrıs sorununda çözüm olsa bile, Kıbrıs sorununu yaratan temel sebep olan Rum – Yunan ittifakının saplantıyla bağlı olduğu “enosis” ülküsünün henüz kaybolmadığına işaret etmiştim. Bu görüşümüm kanıtları meyanında Rum tarafının Meclisi'nin 26 Haziran 1967'de kabul ettiği "enosis" kararının günümüzde de geçerliğini muhafaza etmekte olmasını göstermiştim. Bu olgunun Ada’da huzur ve barış ortamı kurulmasına engel teşkil eden faktörlerden biri olmaya devam edeceğini belirtmiştim. Zamanımızda ırkçılığın, ırkçı şiddetin, yabancı düşmanlığının, “islamofobinin” radikal unsurlarından olan ELAM örgütünün Ada’daki varlığına ve barış için tehdit oluşturduğuna dikkat çekerek, bu örgütün Güney Kıbrıs Meclisi’ne girmeyi başardığını vurgulamıştım.
Enosis için çalışan EOKA terör çetesinin anısına Atina'nın merkezine dikilen heykelin açılışını, Eroğlu ile Anastasiadis arasında müzakereleri başlatan Ortak Bildiri’nin yayınlanmasından üç ay sonra, 4 Mayıs 2014 günü Yunanistan Cumhurbaşkanı ve GKRY lideri Anastasiadis'in birlikte yapmış olduklarını; Yunanistan Savunma Bakanı Kammenos’un EOKA örgütü ile irtibatlı kuruluşları törenle ödüllendirmiş bulunduğunu hatırlatmıştım. Bütün bunları, çözüme ulaşılsa dahi Ada’da kalıcı barış ortamının kurulması bakımından hayra alâmet görmediğimi belirtmiştim.
Rum – Yunan Tahrik Hareketleri 
Cenevre Konferans’ının 12 Ocak’ta açılmasından sonra Rum – Yunan tarafının Kıbrıs sorununa çözüm arayışında havayı söylem ve eylemleriyle gerginleştirmeye yönelik tahrik hareket hareketlerinde bulunmaya başladıklarını görmekteyiz.
Konferans’ın hemen ertesinde Kotzias ve Tsipras Türkiye’yi masadan kaçmakla suçlayan beyanlarda bulunmuşlardır. Bir konuşmasında Kotzias “Türkiye başarıyı bizim kendilerinin Kıbrıs’a müdahale haklarını meşrulaştırmamız ve böylece Ada’daki işgalin devamına müsaade ederek teslim olmamız şeklinde anlar” demiştir.
Yunanistan Yüksek Mahkemesi, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından Yunanistan’a kaçan 8 darbeci asker için nihai kararını 26 Ocak günü açıklamıştır. Yüksek Mahkeme, Türk Hükûmeti’nin günümüzde en hassas olduğu konuların başında gelen bir konuda 8 askerin tümü için Türkiye’ye iade talebini reddetmiştir. Zamanlama dikkat çekicidir.
Yunanistan Savunma Bakanı Kammenos 2 Aralık 2016 günü "Erdoğan Lozan'ı feshetmek istiyorsa Sevr'e dönelim" gibi haddini bilmez bir söz söylemiştir. Adıgeçen, Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan hakkında mükerreren izan dışı yakışıksız ifadeler kullanmıştır.  Yunanistan İstanköy (Kos) adasında havadan paraşütçülerle indirme tatbikatı yapmıştır.  Kardak kayalığına ilişkin olarak tahrikkâr davranışlarda bulunmuştur. Yunanistan Başbakanı Tsipras Kardak kayalıklarını ima ederek "Ege'de gri bölge yoktur. İhlal edilen haklarımızı Avrupa hukuku çerçevesinde koruyacağız" şeklinde konuşmuştur. 
Türk – Yunan ilişkilerinin esasen kırılgan fay hatlarıyla dolu zemininde yeni çatlaklar oluşturan bu gelişmelerin Kıbrıs sorununa çözüm arama çalışmalarında olumsuz yansımaları olması kaçınılmazdır. Türkiye ile Yunanistan arasında karşılıklı güven ortamı oluşmadan Kıbrıs’ta kalıcı barış ortamı yaratacak yaşayabilir bir çözüm şekline ulaşılması, Kıbrıs’ın ve Türk – Yunan ilişkilerinin ve uluslararası siyasetin gerçeklerine, akla ve mantığa uyar mı?
“Enosis’i” Ülküsünü Yaşatma Girişimi
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, Kıbrıs Rum kesiminde esasen ölmemiş olan “enosis” ülküsünü gelecek kuşaklara da kuvvetli biçimde aşılamak maksadıyla Güney Kıbrıs Temsilciler Meclisi 10 Şubat günkü oturumunda bir yasa değişikliği önerisini kabul etmiştir. Yasa değişikliği, Rumların 1950 Ocak ayında “enosis” hakkında tek taraflı olarak geçekleştirdiği sözde “plebisit’in”  her yıldönümünde devlet okullarında anılmasını öngörmektedir.
Geçmiş hakkında hafızalarımızı kısaca tazeleyelim: Kıbrıs’taki Rum Ortodoks kilisesi, 1949 yılının sonuna doğru, 15 Ocak 1950 tarihinde “enosis” konusunda bir plebisit yapılacağını açıklamıştır. Bu yöndeki ilk teşebbüsler Komünist AKEL’den gelmiştir. Buna rağmen, o dönemde Başpiskopos seçilme emelini gütmekte olan Kition (Larnaka) metropoliti Makarios III, Rum halkının gözüne girme gayreti içinde plebisitin gerçekleşmesi yönünde ön plânda enerjik biçimde çalışmıştır.  Makarios,  4 Aralık 1949 tarihinde “enosis” hakkında şu demeci vermiştir: “Enosis’in İngiliz – Elen dostluğu çerçevesinde gerçekleşeceğine dair İngiltere’de bazı hainlerin ve dostların dile getirdikleri görüşlere inanmıyoruz. Enosis bahşedilmez; ancak sürekli mücadele yoluyla kazanılabilir.” 
Plebisit belirlenen tarihte yapılmıştır. Rumlar, kiliselerde 15 – 22 Ocak 1950 tarihleri arasında askıda kalan isim listelerini imzalamak suretiyle oylarını kullanmışlardır. Rum ahaliye, listelerde yer alan isimlerinin yanına imza atmaları için baskı yapılmıştır. 
Bu sözde “plebisite” Türkler katılmamış olmasına rağmen, sonuç “ada halkının yüzde 96’sı enosis istiyor” şeklinde açıklanmıştır. 
Bu yasa değişikliğinin Rum temsilciler Meclisi’nden geçmesi olayının en önemli veçhesi, önergenin Meclis’te 2 sandalyesi bulunan ırkçı ELAM tarafından verilmiş olması değildir.  Asıl önemli olan, bu önergenin komite aşamasında Anastasiadis’in Başkan seçilmeden önce liderliğini yaptığı iktidardaki DISI partisinin milletvekilleri tarafından desteklenmiş olmasıdır. Meclis 56 üyeden oluşmaktadır. Yasa değişikliği 19 “evet” oyuyla Meclis’te kabul edilmiştir. Komünist AKEL (16 üye) “hayır” oyu kullanmıştır. Sözde Kıbrıs sorununun çözümünden yana olan iktidardaki DISİ partisinin Meclis’teki 18 üyesi “çekimser” oy kullanarak yasa değişikliğinin çözüm karşıtı radikal parti milletvekillerinin oylarıyla kabul edilmesine imkân vermişlerdir.
Cumhurbaşkanı Akıncı Olayı Kınıyor
KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı 11 Şubat günü bir açıklama yaparak “1950 yılında yapılan ‘enosis’ referandumunu 2017 yılında Rum okullarında kutlanacak bir gün haline getiren Kıbrıs Rum Meclisi’nin dün aldığı kararı esefle karşılıyor ve kınıyorum” demiştir. Kararın “Kıbrıs’ta çözüm çabalarına ciddi bir darbe niteliğinde” olduğunu söylemiştir.
Akıncı açıklamasını şöyle sürdürmüştür: 
“Kıbrıs müzakerelerinde artık son aşamaya geldiğimiz ve siyasi düzeyde 5’li konferansın ikincisinin plânlandığı bir ortamda, Güney Kıbrıs Meclisi’nde alınabilen bu kararla ‘enosis’in hâlâ gündemde tutulması kabul edilebilecek bir davranış değildir. Rum gençlerine verilen çok tehlikeli bir mesaj niteliğindeki bu karar, Kıbrıs Türk halkında zaten var olan güvensizliğin daha da artmasından başka bir işe yaramayacaktır.”
Akıncı açıklamasının sonunda Anastasiadis’den bu karara “açıkça karşı çıkmasını”  ve Kıbrıs’ta federal çözümü desteklediğini söyleyen DİSİ partisinden de “AKEL ile birlikte hareket ederek alınan bu kararı iptal ettirmesini” istemiştir.
Cumhurbaşkanı Akıncı’nın ortaya koyduğu bu ilk tepki yerinde olmuştur.
Bununla beraber, KKTC Cumhurbaşkanı’nın sadece Rum Meclisi’nin son kararının iptalini istemekle yetinmeyip, Rum Meclisi’nin 1967’de aldığı “enosis” kararının da kaldırılmasını talep etmesinin gerekli olduğunu düşünüyorum.
KKTC’de Cumhuriyet Meclisi De Tepki Göstermelidir
Rum tarafında vukubulan  “enosis plebisiti” yasa değişikliğinde tasarrufu yapan organ Meclis olduğuna göre, KKTC’de de Cumhuriyet Meclisi’nin bir bildiri yayınlamak suretiyle olayın gerektirdiği önem ve ölçüde tepki göstermesi gerektiği görüşündeyim. 
Bu Olay Acele Çözüm İsteyenler İçin Uyarıcı Olmalıdır
KKTC’de bir an önce çözüme ulaşılmış olduğu rüyasını görmekte olanların bu rüyaları kâbusa dönüşmeden uykudan uyanarak gözlerini gerçeklere açmalarını dilerim. 
Rum Meclisi’nin “enosis” e ilişkin bu son kararının ve özellikle Anastasiadis’in içinden çıkarak Cumhurbaşkanı seçildiği DISI partisinin bu kararın alınmasındaki ağırlıklı rolünün, KKTC’de ve Türkiye’de Kıbrıs sorununa 2014’de oluşturulmuş olan çerçevede âdil ve kalıcı bir çözüm bulunabileceğini düşünenler için gereken uyarıcı etkiyi yapmasını da ümit etmek isterim. 
Müzakere sürecinde 2014 Şubat ayından bu yana meydana gelen ağırlıklı olarak Rum tarafının lehindeki gelişmeler, Türk tarafının verdiği ödünlerin sonucudur. Esasen, Konferans’ın toplanması da Türk tarafınca usul ve esas bakımından verilen yukarıda işaret ettiğim ödünlerle mümkün olabilmiştir. Rum Meclisi’nin, Rum tarafının gerçek niyetlerine ışık tutan son kararının, Türk tarafının müzakere sürecindeki tutumuna, Kıbrıs sorununun gerçeklerine ve Rum – Yunan ikilisinin niyetleri hakkında bu vakte kadar edindiğimiz tarihî tecrübelere uygun bir ayar getirilmesine vesile oluşturmasını temenni ederim. 
Bu sözlerimde Türk tarafının Konferans masasını devirmesi ve müzakere sürecini baltalama düşüncesi kesinlikle yoktur. Bu Rumların oyununa gelme sonucunu doğurur. 
Öncelikle Sayın Akıncı’nın çözüm ve çözüm süreci hakkındaki tutum ve davranışlarını ve beyanlarını, Rum Meclisi’nin kararına tepki olarak yaptığı açıklamada dile getirdiği “çözüm çabalarına ciddi bir darbe” sözüyle tutarlı olacak şekil ve ölçüde ayarlaması gerektiğini düşünüyorum.  
Bu bağlamda sırf çözüm yönünde ilerleme olsun mülâhazasıyla sergilenen esnekliklere ve söylemlere son verilmelidir.  
Türk tarafı için “olmazsa olmaz” nitelik taşıyan unsurlar hakkındaki tutum ve söylemlere kesinlik kazandırılmalıdır. 
Kıbrıs konusunun – Türkiye’nin bugünlerin aşırı dolu gündeminde pek dışa vurulamamakla birlikte – Türkiye’de 1953’den beri “millî dava” olarak benimsendiği olgusu dikkate alınmalıdır. Türk kamuoyuna, çözümün nimetleri kadar, sakat bir çözümün Türkiye ve Kıbrıs Türk varlığı için yaratabileceği tehdit ve tehlikelerden de söz edilmelidir. 
Kıbrıs Türk halkının Rumlara yamanarak AB üyesi olma seçeneğinden başka seçeneklere sahip olduğu gerçeği, başta Rum – Yunan cephesi olmak üzere, uluslararası camiaya etkili biçimde hissettirilmelidir. 
Türkiye de tutumunda benzer ayarlamaları yapmalıdır. “Bir adım önde yürüme” söylemi terkedilmelidir.
Rum – Yunan Tahriklerinin Sebebi Nedir?
Rumlar ve Yunanistan 1974 Temmuz’undan sonra Kıbrıs konusunda “uzun vadeli mücadele” stratejisini uygulamaya başlamışlardır. 1974’ün sonuçlarını Ada sathında tamamen silen bir çözüm dışında bir çözüme razı olmayı düşünmemektedirler. “Kıbrıs’ın” ve Yunanistan’ın AB üyesi olmaları, kendilerine, emellerine uygun çözüm fırsatı ortaya çıkıncaya kadar bekleme kolaylığı ve rahatlığı vermektedir. Kıbrıs sorunundaki çözümsüzlüğü Türkiye aleyhine kullanmayı tercih etmektedirler. 
Öte yandan Rum iç siyasetinin temel gıdasının Kıbrıs sorunundaki çözümsüzlük olduğu olgusu da dikkate alınmalıdır. Çözümsüzlük on yıllardır Rum siyaset çarkını döndüren güç kaynağı vazifesi görmüştür. 
GKRY’de gelecek yıl bugünlerde yapılacak “başkanlık” seçimleri için siyasî yatırımların şimdiden başladığı, iktidardaki DISI partisinin Rum Meclis’inden geçen yasa değişikliğinin oylamasında takındığı tutumdan da belli olmaktadır. 
Öte yandan Kıbrıslı Rumlarla yakın ilişki ve işbirliği içinde olan Rusya’nın da Kıbrıs’ta sağlanacak erken bir çözümden elde edeceği somut siyasî ve ekonomik çıkarlar yok gibidir.  
Sayın Akıncı’nın ve O’na destek veren çevrelerin çözüme aşırı heves göstermiş olmasının Kıbrıs Rum siyasetini ürkütmüş olması ihtimal dışı değildir. İşte bu sebeple Rum tarafının Yunanistan ile birlikte KKTC’ni ve Türkiye’yi çözüm arayışından soğutacak tahrik manevralarına girişmiş olmaları ihtimal dışı değildir. Böyle bir senaryoda Türk tarafının masadan çekilme gibi radikal bir tepki vermesi karşı tarafın en fazla tercih edeceği durum olacağı kuşkusuzdur.
Bununla beraber, Ada’da müzakere heyetleri ve liderler arasında yapılan temas ve görüşmelerin temposunun, sıklığının düşürülmesi gerektiği görüşündeyim.
Diğer taraftan bu konuda KKTC Cumhurbaşkanı tarafından BMGS’ne bir mektup gönderilmesi ve mektubun BM Genel Kurul ve Güvenlik Konseyi Belgesi olarak yayınlattırılması uygun olur. Benzer bir mektubun AB yetkili mercilerine de gönderilmesinde fayda vardır.
Rum Tarafı İktidarı Ve Refahı Türklerle Paylaşmak İstiyor Mu?
Annan Plânı’nın 24 Nisan 2004 referandumunda Rum tarafınca reddedilmesinden sonra BMGS Kofi Annan yayınladığı 28 Mayıs 2004 tarihli ve S/2004/437 sayılı raporunun 86. paragrafında şu değerlendirmeye yer vermiştir:
“Şayet Kıbrıslı Rumlar, siyasî eşitliğe dayalı bir federal yapı içinde iktidarı ve refahı Kıbrıslı Türklerle paylaşmaya hazırsalar, bunun sadece sözle değil hareketleriyle de kanıtlanmasına ihtiyaç vardır.”
Kofi Annan’ın çok yerinde olan bu değerlendirmesinden hareketle sormak istiyorum:
KKTC liderliği ve Kıbrıs Türk halkı, Rumların siyasî eşitlik üzerine bina edilmiş iki kesimli bir federal devlet düzeni içinde gücü, yönetimi ve refahı Kıbrıs Türk halkıyla paylaşmaya hazır olduklarını hareketleriyle de kanıtlamış olduklarına inanmakta mıdır? 
Rum Meclisi’nin son aldığı karar neye işaret etmektedir?
Glafcos Clerides’in İfşaatı
Bu bağlamda, ayrıca, Glafcos Clerides’in 1995 yılında Ta Nea’ya verdiği bir söyleşide dile getirdiği şu sözleri de hatırlatmakta fayda görüyorum:
“Şayet Kıbrıs AB’ne üye olursa, Türkiye’nin bir AB ülkesine müdahale etmesi düşünülemez bir hareket niteliği kazanacaktır. Böylece Türkiye’nin Garanti Antlaşması’na dayanan tek taraflı müdahale hakkını ortadan kaldırmış olacağız. Anayasal konularda ve Türkler tarafından çıkarılan birçok sorunda elimizde kozlara sahip bulunacağız.”  
Clerides’in bu düşünce tarzı, Rum tarafının - dönüşümlü cumhurbaşkanlığı da dahil – gerçek siyasî eşitliği yansıtan kurumları içeren iki kesimli, iki toplumlu bir federal çözüm şekli üzerinde Kıbrıslı Türklerle anlaşma yapmaya neden gönülsüz olduğunun sebebini izah etmiyor mu?
Çözüm Sürecinde Türk Kamuoyuna Gerçekler Anlatılmalı
Çözüm sürecinin, Türk kamuoyuna sadece çözümün Kıbrıs Türk halkına ve Türkiye’ye sağlayacağı faydaların tekrar tekrar anlatılarak yürütüldüğü kanaatindeyim.   Oysa sürecin, sakatlıklarla dolu bir çözüm şeklinin taşıdığı tehlikelere ve Türkiye ve Kıbrıs Türk halkı için yaratabileceği gailelere de işaret edilerek yürütülmesinin, Kıbrıs adasında gerçek ve kalıcı barışın tesisi yolunda tarihî bir hizmet olacağı düşüncesindeyim.
Sonuç
Bütün bu gelişmelerin, Kıbrıs Türk halkını çözüm hakkındaki muhtemel bir referandumda kendi iradeleriyle kurmuş ve dünyaya ilân etmiş oldukları Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni yaşatma azimlerini daha da kuvvetlendirdiğine inanmaktayım.
 
 
Tugay ULUÇEVİK, Büyükelçi (E)

Sayfamızı Paylaşın:

Etiketler:

Sayfa Yorumları (0 )
  • ...

Yorum Ekleyin