Avrupa Birliği Ortak Savunma Paktı’nın İmzalanması Kıbrıs Uyuşmazlığına Yansımaları

 
Ali Fikret Atun
   

      Ali Fikret Atun

Avrupa Kıtası’nın sınırlarını kesin çizgilerle belirlemek oldukça zor olmakla beraber, coğrafyacı bilim adamları,genel olarak, Avrupa Kıtası’nı, Avrasya Kıtası’nın batı ucunda, Ural Dağları ile Atlantik Okyanusu arasında kalan kara parçası olarak tanımlarlar. Ural Dağları ile Elbe Nehri arasındaki bölümünün Doğu Avrupa; Atlantik Okyanusu ile Elbe Nehri arasında kalan bölümünün Batı Avrupa olduğu görüşü üzerinde hemfikirdirler.
Kısa aralıklarla ve peş peşe, Birinci Dünya Harbi ( 1914- 1918 ) ile İkinci Dünya Harbi’ni ( 1939-1945 ) dövüşen Avrupa Kıtası’ndaki ülkeler, bu iki harbin sonunda milyonlarca insanını kaybetmiş, sosyo-ekonomik çöküntüye duçar olmuş, büyük ölçüde güç ve nüfuz kaybına uğrayarak uluslararası ilişkilerde üstünlüklerini yitirmişlerdi.
İkinci Dünya Harbi sona erdiğinde, Komünist ideolojiyi savunan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ile Kapitalist düzeni savunan Amerika Birleşik Devletleri (ABD), iki süper güç olarak ortaya çıkmış ve iki kutuplu bir dünya teşekkül etmişti. Doğu Avrupa, SSCB’nin nüfuz alanı içinde kalmış; Batı Avrupa da adeta ABD’nin himayesi altına girmişti. Anılan bu iki süper güç politikalarını, genel olarak, elde ettikleri nüfuz alanlarını koruma ve yakaladıkları her fırsatta genişletme esasına dayandırıyorlardı. ABD ile SSCB arasında başlayan “dünyadaki nüfuz alanlarını genişletme mücadelesi” ve “silahlanma yarışı” 20nci Yüzyıl’da, kırk yıl devam edecek (1949-1989) “Soğuk Savaş” sürecini başlatmıştı.
Zaman zaman, iki süper gücün harbin eşiğine geldiği Soğuk Savaş döneminde, Batı Avrupa, ABD’nin savunduğu demokratik değerlerin, Avrasya Kıtası’nda yayılmasına hizmet eden ve ABD’nin çıkarlarının ağırlık merkezini teşkil eden çok önemli jeopolitik bir köprübaşı konumunda bulunuyordu. SSCB’den Batı Avrupa’ya yönelen tehdide, Batı Avrupa ülkeleri, ABD olmadan, ne tek başlarına ve ne de bir araya gelerek karşı koyacak olanak ve yeteneklere sahiptiler. Dünyada Soğuk Savaş’ın hüküm sürdüğü bir dönemde, ABD’nin, Avrupa’dan Atlantik’in ötesine çekilmesi, Avrasya’daki nüfuzunun sona ermesi ile eş anlam taşıyordu.
Bu durumda, Batı Avrupa’yı güvence altına almak ve Amerika’nın Avrasya’daki nüfuzunun devamını sağlamak üzere, 1949’da ABD’nin öncülüğünde, Batı Avrupa devletleri ile Atlantik Okyanusu’nun diğer yakasında Kanada ve Amerika’yı içine alan NATO İttifakı (North AtlanticTreatyOrganization) kuruldu. Böylece Kanada ve Amerika ile Batı Avrupa arasında ortak güvenlik ve savunma mekanizması oluşturulmuş ve ABD’nin himayesinde ve onun her alanda sağladığı her türlü destek ile Batı Avrupa’nın güvenliği teminat altına alınmıştı.
ABD’nin sağladığı koruma kalkanı gerisinde Batı Avrupa ülkeleri, içine düştükleri ekonomik çöküntüden kurtularak, dünya ticaretindeki rekabet güçlerini artırabilmeleri, iki evrensel süper güç (ABD,SSCB) arasında ezilmekten kurtulabilmeleri, ülkelerinin ulusal çıkarlarını koruyup, kalkınabilmeleri ancak, geçmişte aralarında yaşanmış kanlı savaşları bir kenara bırakıp, ortak bir paydadabir araya gelmeleri ile mümkün olacaktı. Bu durum karşısında, Batı Avrupa ülkeleri bugüne kadar dünyanın hiçbir yerinde, eşi görülmemiş, olağanüstü bir örgütlenme süreci başlatmışlardı.
Avrupa Birliği fikri, İkinci Dünya Harbi’nden sonra Batı Avrupa devletleri arasında hem barış, hem de ekonomik işbirliğini sağlamak amacıyla ortaya çıkmıştır. İlk adım 1943’de, Londra’da, Belçika, Hollanda ve Lüksenburg arasında,Benelüks olarak anılan, ortak gümrük sahası oluşturularak atılmıştı.
Daha sonra, 18Nisan1951’de, Almanya, Belçika, Fransa,Hollanda, İtalya ve Lüksenburg arasında Avrupa Kömür Çelik Topluluğu kuruldu. Bunu, 1957’de,Roma’da Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) oluşumu ve onu da, Avrupa Nükleer Enerji Topluluğu antlaşması izledi. 1Ocak1958’de yürürlüğe giren Roma Antlaşması, AB’nin temelini oluşturur. (Hürriyet,28.2.1995)
Başlangıçta ekonomik bir birlik kurmak üzere bir araya gelen Batı Avrupa ülkeleri, daha sonra, genişleyerek siyasi birlik olma arayışına başlamışlar ve bu yolda hayli mesafe almışlardır. Denilebilir ki artık, İkinci dünya Harbi sonunda Yalta ve Potsdam Konferansları (1) ile şekillenmiş Avrupa ortadan kalkmış ve onun yerini, giderek genişleyen ve bütünleşerek güçlenen bir Avrupa Birliği almıştır.
Hal böyle olmakla beraber, Avrupa ülkelerinin, kendi ortak ordularını kurmadan; ortak bir savunma ve dış politika oluşturmadan tam bir siyasi birlik haline geldikleri söylenemezdi. Demokratik değerlere sahip 400 milyon insanı çatısı altında barındıran AB, siyasi birliğini başarı ile tamamlamadan, Amerika’nın yaşam standartlarına ulaşamayacak ve gelecekte oluşması muhtemel beş kutuplu dünyada (ABD, Rusya, AB, Çin, Japonya) küresel bir güç olamayacaktı. Bundan dolayı AB, kendi ortak ordusunu kurmak; ortak bir savunma ve dış politika oluşturmak üzere çalışmalarına hız vermişti. 
İkinci Dünya Harbi’nin sona ermesinin ardından, Kapitalist ve Komünist iki kampa ayrılan dünyada demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olarakTürkiye, Batı Bloku içinde yerini almış; NATO, OECD (OrganizationEconomicCooperationAnd Development) v.b. gibi Avrupa devlet topluluklarının üyesi olmuştur. Türkiye’de, birbiri ardına kurulan hükümetler Batı yanlısı bir seyir izleyen politikalar oluşturmuşlar; Türk devlet adamları, Türkiye’nin ekonomik kalkınmasını hızlandırmak ve milletin refah seviyesini en üst düzeye çıkarmak üzere 31Temmuz1959’da Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) resmen üyelik müracaatında bulunup, tam üyelik girişimini fiilen başlatmıştır. Türkiye’nin, AB’ne yapmış olduğu tam üyelik başvurusu değişik evrelerden geçerek günümüze kadar gelmiş, fakat henüz Türkiye AB’nin tam üyesi olamamıştır. Elli dört yıldan beri AB ile sürdürülen müzakerelerde yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen, Türkiye, hâlâ, AB’ne tam üye olmayıhedeflemektedir.
Yirminci Yüzyıl’ın sonuna gelindiğinde, dünyada köklü değişiklikler olmuştur. Komünist ideoloji çökmüş, SSCB parçalanmış, Varşova Paktı dağılmış ve bu köklü değişikliklerin sonunda iki kutuplu dünya, yerini, küresel tek süper güç olan ABD’ne bırakmış ve dünyada iki süper güç( ABD ile SSCB) arasında,1949’dan beri devam eden Soğuk Savaş sona ermiştir. Böylece, dünyaya, özellikle de Batı Avrupa’ya yönelik nükleer tehdit ve genel bir harbin yaratacağı felaketin korkusu bir ölçüde ortadan kalkmıştır. Bunun yanı sıra, dünyada sürdürülen ideolojik mücadele yerini jeopolitik mücadeleye bırakmıştır. Sonuçta, yapılan genel bir güç mukayesesinde,dünyada tek başına bir süper güç olan Amerika’nın,  sahip olduğu askeri, ekonomik, teknolojik, bilgi ve kültür gücüne bugün henüz hiçbir ülkenin ulaşamadığı görülmektedir. Denilebilir ki, bu göstergeler çerçevesinde, henüz, hiçbir ülke tek başına Amerika ile savaşacak olanak ve yeteneklere sahip değildir.
Dünyada tek küresel süper güç olma özelliği taşıyan ABD’nin izlediği jepolitikanın iki ana hedefi vardır. Bunlardan biri: “Dünyada, ABD’ne rakip başka küresel bir süper gücün oluşmasını önlemek ve küresel tek süper güç olma özelliğini devam ettirmek”; diğeri de: “Dünyada mevcut enerji kaynakları ile enerji nakil hatları ve enerji ulaşım yollarını kontrol ve denetim altında bulundurmaktır.”
Yirmi Birinci Yüzyıl’da, baş döndürücü bir hızla gelişen ve oluşan dünyada,AB, Rusya, Çin Ve Japonya’nın yeni süper güç merkezi olarak ortaya çıkma olasılığı hayli yüksek olup, gelecekte beş kutuplu bir dünyanın ortaya çıkacağı (ABD; AB; Rusya; Çin; Japonya) değerlendirilmektedir. NATO ile birlikte doğuya doğru genişleyen AB, dünyada oluşmaya başlayan yeni yapı içinde siyasi bir kimlikle yer alma gayreti içindedir.
Henüz bir vizyon, bir konsept, bir gaye aşamasında olan AB’nin, tam olarak birliğini kurduğunu söylemek çok zordur. ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’egöre, henüz AB “ekonomik açıdan bir dev; siyasi açıdan bir cüce; askeri açıdan bir solucandır.” Bu durum muvacehesinde AB’nin, küresel bir güç olabilmesi için siyasi, ekonomik, askeri, sosyal ve kültürel alanlarda birliğini tam olarak gerçekleştirmesi kaçınılmazdır. Bu amaçla AB, çok önemli bir adım atarak, Kasım2017’de, Paris’te toplanarak “AB Ortak Savunma Paktı’nı” imzalamıştır. Hiç şüphesiz, ekonomik imkânları ölçüsünde AB’nin ortak bir ordu teşkil etmesi, bugüne kadar Batı Avrupa’nın güvenliğinin sağlanmasında kilit rol oynayan ABD’nin ağır yükünü büyük ölçüde azaltacak, ayni zamanda, AB’ne daha fazla hareket serbestisi ve inisiyatif kazandıracaktır.
İngiliz jeopolitikçiSirHalford JohnMackinder (1861-1945), 1904’de yazdığı “Dünya Coğrafyasının Tarihi Merkezi” ( TheGeographical Pivotof History) başlıklı makalesinde, Avrupa ve Asya kıtalarını dünya adası olarak nitelemiş; genel olarak, Kafkaslardan Afganistan’a kadar (Afganistan dâhil) olan Türkistan bölgesini dünya adasının merkezi – daha sonra bu bölgeyi dünya adasının kalpgâhı – olarak nitelemiş ve aşağıdaki varsayımı ileri sürmüştür:
“Doğu Avrupa’ya sahip olan dünyanın kalpgâhını kontrol eder.
Dünyanın kalpgâhına sahip olan dünya adasını kontrol eder.
Dünya adasına sahip olan dünyayı kontrol eder”
Bu noktadan hareketle, Türkistan’daki enerji kaynaklarını eline geçiren gücün, Avrasya’da küresel güç mücadelesi veren ABD’nin ulusal menfaatlerine bir tehdit oluşturacağı cihetle, Amerika, hayati önem taşıyan Avrasya’da böyle bir gücün oluşmasına asla razı olmaz. Avrasya Kıtası’nın batı ucunda Amerika için bir köprübaşı konumunda olan AB’nin NATO ile birlikte doğuya doğru genişlemesi, hiç şüphesiz, Avrupa’da ABD’nin siyasi ve askeri gücünü artırmakta; ayni zamanda ona yeni nüfuz alanları kazandırmaktadır.
AB’nin kilit ülkelerinden biri olan Fransa, ABD’nin Avrupa’daki nüfuzunun azaltılmasından, fakat Avrupa’nın savunmasına katkısının devamından yanadır. AB içinde lider konumda bulunan Almanya, henüz, ABD olmadan AB’nin kendi olanak ve yetenekleri ile Avrupa’nın güvenliğini sağlayamayacağı noktasından hareketle Amerika’nın, Avrupa’nın savunmasında katkısının ağırlıklı olarak devam etmesini savunmaktadır. Her ne kadar, çoğu Avrupalı, Amerika’nın Avrupa’daki üstünlüğünü beğenmese de, onun koruması altında kendilerini güvende ve rahat hissetmektedir.
Görünen o ki, ABD’nin koruma kalkanı olmadan AB’nin iç meseleleri ile ilgili ortak programlarını küresel ortamda rekabet edecek şekilde geliştirmesi mümkün görülmemektedir. AB, ortak ordusunu ve ortak savunma sistemini, büyük ölçüde NATO’nun alt yapısından yararlanacak şekilde kurmayı planlamaktadır. NATO’nun bir üyesi olan, fakat henüz AB’ne tam üye olamayan Türkiye, AB’nin kuracağı ortak ordunun ve ortak savunma sisteminin karar organları içinde yer almayacağından, içinde Kıbrıs’ın tamamını temsilen GKRY’nin de yer alacağı ortak AB ordusunun, NATO’nun alt yapısından yaralanmasınaTürkiye’nin, müsaade etmeme olasılığı çok yüksektir. Çünkü NATO’da kararlar oybirliği ile alınmaktadır. Bu durumda, Türkiye’nin izleyeceği politika belirleyici olacaktır.
Özetle, Avrupa’nın ortak ordusunun ve ortak savunma sisteminin nasıl ve ne zaman kurulacağına ilişkin henüz detaylı bir bilgi mevcut değildir. Bu nedenle, Kasım2017’de, Paris’te, AB’nin imzaladığı “Ortak Savunma Paktı” ile kurulması öngörülen ortak ordunun ve ortak savunma sisteminin bugünden, yarına gerçekleştirilmesi beklenmeyen, uzun vadeli bir projedir. Bu şartlar altında, daha uzun bir süre, Avrupa’nın güvenliği ve savunması, ABD’nin öncülüğünde, NATO ağırlıklı olarak devam edeceği değerlendirilmektedir.
Kıbrıs-Avrupa Birliği İlişkileri:
Kıbrıs’ı dedesinden miras kalmış bir Helen torağı, burada yaşayan Türk halkını da Osmanlıdan arta kalmış bir azınlık olarak gören Makarios, adadaki nüfusun çoğunu Rumların oluşturduğunu ileri sürerek, Kıbrıs sorununu basit bir azınlık – çoğunluk meselesine indirgeyerek, Batılı büyük devletlerin desteği ile Kıbrıs’ı, Girit misali, Yunanistan’a ilhak etmeyi hedef edinmişti. Başpiskoposluğa seçildikten (1950)  hemen sonra Makarios, Rumların hem dini ve hem de siyasi lideri olmuş; adayı, Yunanistan’a ilhak etmek amacıyla, Kıbrıs’ta, yasa dışı EOKA yeraltı teşkilatını kurup Kıbrıs’taki İngiliz idaresine ve Türk halkına karşı silahlı saldırılar düzenlemeye başlamış; o güne kadar diplomatik alanda sürdürülen ENOSİS mücadelesine askeri boyut kazandırmış; kuvvet kullanarak Kıbrıs’ı Yunanistan’a katma cihetine gitmiştir. Bu mücadelede EOKA’nın iki ana hedefi vardı:
1.    Kıbrıs’tan İngilizleri atmak.
2.    Kıbrıs Türk halkının adadaki varlığına son vermek.
Rumların silahlı saldırılarına maruz kalan Kıbrıs Türk halkı, bu durum karşısında, Türk Mukavemet Teşkilatı’nın (TMT) kutsal çatısı altında toplanarak eşine ender rastlanan bir direniş göstermişler ve bir varoluş savaşı vermeye başlamışlardı. İki toplum arasındaki silahlı çatışmalar süratle bir iç harbe doğru sürüklenmeye başlamış ve NATO üyesi Türkiye ile Yunanistan’ı harbin eşiğine getirmişti. Bunun üzerine, Kıbrıs uyuşmazlığına bir çözüm bulmak üzere, 1959’da, önce Türkiye ile Yunanistan Dışişleri Bakanları Zürih’te (İsviçre) bir araya gelerek Zürih Antlaşmasını ve hemen ardından Türkiye, İngiltere, Yunanistan Başbakanları ile Kıbrıs Türk ve Rum toplum liderleri Londra’da (İngiltere) toplanarak Londra Antlaşmasını imzalamışlardı.Bu iki antlaşma ve diğer temel belgeler (2) adada yaşayan Türk ve Rum toplumlarını bir “azınlık – çoğunluk” olarak değil, kendi kaderlerini tayın etme haklarını kullanan (self-determinasyon) iki ayrı etnik toplum olduğunu kabul etmiş ve böylece, 1960’da, İngiltere Kıbrıs’tan ayrılırkenadada, Türk ve Rum toplumlarının eşit siyasi haklarına dayalı, ortak bir yönetimi öngören; Türkiye, İngiltere, Yunanistan’ın garantörlüğünde; bağımsız, bağlantısız, egemen Kıbrıs Cumhuriyeti’ni bırakmıştı.
Kıbrıs’ta, 16Ağustos1960’da ilan edilen bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti, gözü ENOSİS’ten başka hiçbir şeyi görmeyen ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni,ENOSİS’e giden yolda bir araç olarak kabul eden, Cumhurbaşkanı Makarios’u tatmin etmemişti. Hâlâ o, Batılı büyük devletlerin desteği ile Kıbrıs’ta ENOSİS’igeçekleştireceğine inanıyordu. Bu nedenle cumhurbaşkanlığına seçildiği ilk günden itibaren 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nı değiştirmek, ENOSİS’in önünde en büyük engel olarak gördüğü Zürih Londra Antlaşmaları ile Garanti ve İttifak Antlaşmalarını en kısa zamanda ortadan kaldırarak Kıbrıs Türk halkının eşit siyasi haklarla ortağı olduğu Kıbrıs Cumhuriyeti içindeki fonksiyonunu “ eşit siyasi ortaklık konumundan”, “azınlık konumuna” düşürüp ENOSİS yolunu açmayı ve adada Rum toplumunu egemen kılmayı planlıyordu. Bu amaçla , Makarios’un başkanlığında ve Yunanistan’ın bilgisi dahilinde ve onun onayı ile zamanın Kıbrıs Cumhuriyeti İçişleri Bakanı PolikarposYorgajis, Rum Cemaat Meclisi Başkanı Glafkos Klerides, Çalışma Bakanı TasosPapadopulos ve yasa dışı yollardan, gizlice adaya sokulan Yunan birliklerinde görevli yüksek rütbeli subayların katılımı ile Akritas Planı (3) hazırlanmıştı.Bir harekât planı özelliği taşıyan; politik ve askeri eylemleri içeren Akritas Planı, özetle, Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhak edilmesi (ENOSİS) sürecinde, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, kuvvete dayalı olarak nasıl ele geçirileceğini; adanın tamamı üzerinde egemen olmanın safhalarını; önceden planlanan ve uygulamaya konacak faaliyetleri; Türkiye’nin adaya müdahale etmesi ve Kıbrıs Türk halkının direnmesi halinde izlenecek stratejiyi ve ayni zamanda Kıbrıs’ta yaşayan Türk halkını imhayı öngörüyordu. (4)
Rum-Yunan ikilisinin Kıbrıs’a ve Kıbrıs Türk halkına ilişkin düşünceleri ile Kıbrıs’ta, ENOSİS’i gerçekleştirmek için uygulayacakları yöntemler ile genel prensipleri ortaya koyan Akritas Planı, bugün hala geçerliliğini muhafaza eden ve Rumlar tarafından uygulanan, yazılı bir “ulusalsiyaset vestrateji belgesidir.”
Akritas Planı iki kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısım, Yurt içinde ve uluslararası alanlarda uygulanacak taktiği; ikinci kısım, genel askeri harekât planını içermektedir. Burada, sadece, planın birinci kısmı üzerinde durulacaktır.
Akritas Planı’nın birinci bölümü “Akritas Örgütü” başlığını taşır. Bu başlığın “A” maddesi “Dışta (uluslararası alanda) Kullanılacak Metod” olup, “e” fıkrası aynen şöyledir:
“Bugün uluslararası havanın, her türlü baskının ve özellikle azınlıklara yapılan baskının karşısında olduğu genellikle kanıtlanmıştır. Şimdiye kadar Türkler, adanın, Yunanistan’a ilhak edilmesinin, kendilerini köle durumuna sokacağına dünya kamuoyunu inandırmakta başarılı oldular. Bu şartlar altında talebimiz, mücadele süresince olduğu gibi, ENOSİS değil de, self-determinasyon için hür irademizi uygulama hakkımızın temeline dayandırarak dünya kamuoyunu kendi yönümüzde etkileyebilme çabamızda ciddi başarı olanağımız bulunduğu değerlendirilmektedir. Self-determinasyon hakkımızı tamamen ve engellenmeden kullanabilmemiz için de anayasanın ve antlaşmaların (Garanti ve İttifak Antlaşmalarıv.s. gibi) halk iradesinin kayıtsız bir şekilde ifade ve uygulanmasını engelleyen ve dış müdahale tehlikesine gebe tüm hükümlerinden kurtulmamız gerekiyor. Bu nedenle ilk saldırı hedefimiz, bundan böyle, Kıbrıslı Rumlarca kabul edilmediğini ilk olarak belirtiğimiz Garanti Antlaşması olmuştur.
Bu sağlandıktan sonra, hukuki ve manevi hiçbir güç, kendi başımıza ve hür olarak kendi geleceğimize karar vermemizi ve bir plebisit ile self-determinasyon hakkımızı kullanmamamızı engelleyemeyecektir.”
“Hareket hattımız başlıklar altında şöyledir:
a.    Antlaşmaların olumsuz maddelerini değiştirmek ve buna paralel olarak Garanti ve İttifak Antlaşmalarını fiilen zayıflatmak. Bu adım kaçınılmazdır.
b.    Yukarıdaki işlemden sonra Garanti Antlaşması (müdahale hakkı) hukuken ve esas olarak uygulanamaz.
c.    Kıbrıs, self-determinasyon hakkının kullanılmasındaki kısıtlamalardan (Garanti ve İttifak Antlaşmalarındaki) kurtulduğunda, halk kendi arzusunu ifade edip uygulamada serbest olacaktır.
d.    O zaman tamamen bağımsız olacağımızdan, devlet kuvvetlerinin (polis gücü, hatta dost askeri güçler) (yasa dışı yollardan, gizlice, adaya sokulan takviyeli bir Yunan tümeni) herhangi bir iç veya dış müdahaleye karşı koyması;
Görülüyor ki, “a” maddesinden, “d” maddesine kadar olan harekât şarttır ve yukarıdaki sıraya göre, birbirini izleyerek yapılmalıdır…
Eğer yukarıdaki eylemlerden herhangi bir başarı olanağımız olmasını umuyorsak mücadelemizin herhangi bir aşamasını bir önceki aşama tamamlanmadan açıklamamak zorundayız.”
Nihai hedefi ENOSİ olan (onların düşüncesine göre self-determinasyon) Makarios, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni ele geçirmek ve adanın tamamına hükümran olmak üzere, 21Aralık1963’de Akritas Planı’nı uygulamaya koymuş ve planın öngördüğü esaslar çerçevesinde Kıbrıs Türk halkına karşı, yeniden, silahlı saldırıya geçerek Türkleri, kurucu ortağı oldukları devletin yasama, yürütme ve yargı organları ile devlet dairelerinin tamamından atıp, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni gasp etmiş; bununla eş zamanlı olarak, kapalı kapılar ardında Yunanistan ile anlaşarak değişik zamanlarda, yasa dışı yollardan, gizlice adaya, araç, gereç ve silahları ile birlikte takviyeli bir Yunan tümeninin çıkmasını ve Yunanistan’ın filen Kıbrıs’ı işgal etmesini sağlamıştır. Kıbrıs’ta, Rum- Yunan ikilisi ENOSİS’e çok yaklaşmış olmakla beraber Kıbrıs Türk halkına boyun eğdirememiş, Türkler, kontrolleri altında bulundurdukları bölgelerde kendi yönetimlerini kurarak, anavatan Türkiye’nin desteği ile adadaki varlıklarını başarı ile devam ettirmişlerdir.
Yunanistan’daki askeri yönetim, bir an önce, Kıbrıs’ta ENOSİS’in ilan edilmesini isterken, Makarios, Kıbrıs’ta ENOSİS’i geniş bir zamana yayma ve bu süreçte Kıbrıs Türk halkını çökertme politikası izlemeyi yeğlemişti. Bu nedenle, Kıbrıs’ta ENOSİS’i gerçekleştirmek içi,  Yunanistan’ın 15Temmuz1974’de düzenlediği bir darbe ile Cumhurbaşkanı Makarios’u iktidardan uzaklaştırması ve adada “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti’ni” ilan etmesi üzerine Türkiye, Kıbrıs’ta ENOSİS’in gerçekleşmesine bir adım kala, bu oldu-bitti karşısında, Garanti Antlaşması’nın kendisine tanıdığı müdahale hakkını kullanarak, 20Temmuz1974’de adaya asker çıkarıp, Kıbrıs’ı Yunan işgalinden kurtarmıştır. Daha sonra, 1975’de, Viyana’da, Türk toplumu lideri Rauf R. Denktaş ve Rum toplumu lideri Glafkos Klerides arasında imzalanan “Nüfus Mübadelesi Anlaşması” ile adanın güneyinde dağınık halde bulunan Türk kantonlarında yaşayan Türklerin, Kıbrıs’ın kuzeyindeki topraklarda kendi devletlerini kurmaları üzerine, adada “de facto”  Türk ve Rum devletleri oluşmuş ve Rum-Yunan ikilisinin, Akritas Planı ile gerçekleştirmek istedikleri ENOSİS ve adaya tek başlarına egemen olma hayalleri altüst olmuştu. Kıbrıs’ın siyasi yapısında meydana gelen bu köklü değişiklik, artık, iki toplumun güven içinde, iç içe yaşayamayacaklarını, ayrı iki coğrafi bölgede, kendi iradeleri ile kurdukları ayrı iki egemen devlet olarak varlıklarını devam ettirebilecekleri gerçeğini ortaya koymuştur.
Özetle denilebilir ki, Rum-Yunan ikilisinin adada Türk varlığını ortadan kaldırıp Kıbrıs’ı Yunanistan’a ilhak etme (ENOSİS) çabaları günümüze kadar gelmiştir. Bugün Rum-Yunan ikilisinin, Kıbrıs uyuşmazlığının odak noktasını ve özünü teşkil eden ve yüzyılı aşkın bir zamandır süregelen ENOSİS mücadelesinden vazgeçtiklerini gösteren bir tek emare mevcut değildir.Bu nedenle, Kıbrıs’ta, her alanda,Rum-Yunan ikilisinin, hâlâ, ENOSİS savaşını sinsi, örtülü, yıkıcı faaliyetlerle devam ettirdiklerini söylemek mümkündür. Elli yılı aşkın bir zamandır Kıbrıs uyuşmazlığına, tarafları tatmin edecek, kalıcı bir çözüm bulunamamasının sebepleriKıbrıs’ta, Rum-Yunan ikilisinin adayı Yunanistan’a ilhak etme çabası içinde olmalarında aranmalıdır. Bu da,Kıbrıs uyuşmazlığının çok uzun vadeli bir sorun olduğunu ortaya koymaktadır. Bu durumdaTürkiye ile Kıbrıs Türkü’nün, stratejilerini ve hareket tarzlarını ona göre özenle belirlemeleri zorunluluğu izaha yer bırakmamaktadır.
Kıbrıs’ta bir  “de facto” durumun meydana gelmesi,Akritas Planı’nın öngördüğü ENOSİS savaşını yeni bir safhaya taşımış ve Rum-Yunan ikilisini,ENOSİS mücadelesinde, yepyeni bir süreci başlatmakla  karşı karşıya bırakmıştır. Bu safhada Rum-Yunan ikilisi, Kıbrıs’ta ENOSİS’i mücadelelerini öncelikle:
1.    KKTC Devleti’nin varlığını son erdirilmesi;
2.    Garanti ve İttifak Antlaşmalarının geçersiz kılınması;
3.    Kıbrıs’ta konuşlanmış Türk askerinin bütünüyle adadan çıkarılması ve onlara göre, “Kıbrıs’ın Türk işgalinden kurtarılması”;
4.    Kıbrıs’ın kuzeyindeki topraklara azami sayıda Rum nüfus yerleştirip, Türklerin, bu bölgede toplanarak oluşturdukları yekpare (homojen) yapının ve Kıbrıs’ta kurulmasına çalışılan “Birleşik Kıbrıs Devleti’nin” “iki toplumlu, iki bölgeli” vasfının ortadan kaldırılması;
5.    Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 1964’de aldığı 186 numaralı kararla, Kıbrıs Cumhuriyeti olma vasfının koruması ve onun meşru hale getirilmesi;
temel hedefleri üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Bugün hâlâ Rum-Yunan ikilisi, ortaya çıkacak uygun bir ortamda, Batılı büyük devletlerin desteği ve yardımları ile Kıbrıs’ta ENOSİS’i gerçekleştireceklerine inanmaktadırlar. Bu durum muvacehesinde, KKTC Devleti, hâlâ, Kıbrıs’ı Yunanistan’a ilhak etmenin arayışı içinde olan Rum-Yunan ikilisinin, AB destekli ENOSİS tehdidi ile karşı karşıya bulunmaktadır.Rumların, ENOSİS emellerine ulaşabilmeleri için zamana ihtiyaçları vardır. Bu nedenle görüşme masasına Kıbrıs uyuşmazlığına adil, tarafları tatmin edecek, kalıcı bir çözüm bulmak üzere değil, ENOSİS’in önündeki engelleri ortadan kaldırmak, adanın Yunanistan’a ilhak edilmesine zemin hazırlamak ve ihtiyaç duyulan zamanı kazanmak için oturan Rum-Yunan ikilisi bu nedenle, uyuşmazlığa bir kalıcı çözüm bulacak siyasi iradeyi ortaya koymaktan kurnazca kaçınmaktadırlar.
Uzun bir süre pusuda avını bekleyen ve ele geçirdiği ilk fırsatta ona saldıran bir sürüngenin sabır ve kararlılığı ile Rum-Yunan ikilisi, Kıbrıs’ta ENOSİS’i gerçekleştirmek için doğacak fırsatlardan nasıl yararlanacaklarını planlamaktadırlar. 1821’den beri Yunanistan, Mora’da, Tesalya’da, Epir’de, Selanik ile Güney Makedonya’da, Girit’te, Drama ile Kavala’da, Ege Adalarında,Trakya’da, Menteşe Adalarında 
bu metodu başarı ile uygulamış ve her defasında Osmanlı’dan bir parça toprak alıp sınırlarını genişletmiştir. Şimdi de,ENOSİS’i gerçekleştirmek için, bu metoduKıbrıs’ta uygulamaktadır. Kıbrıs uyuşmazlığına çözüm bulma arayışında Rum-Yunan ikilisi, Türkiye’nin siyasi, ekonomik, askeri ve soyo-kültürel yönlerden zayıf düşeceği zamanı; bir başka deyişle, ENOSİS için uygun ortamın oluşmasını beklemektedir. Bu süreçte Rumlar, kendilerini güçlü kılacak her türlü tedbiri alırken; Kıbrıs Türk halkını zayıf düşürmek, yabancı ülkelerle dostluk kurmalarını engellemek; birlik beraberlik içinde hareket etme olanak ve yeteneklerini ortadan kaldırmak için her çareye başvurmakta, Kıbrıs Türk halkı arasına nifak tohumları ekmekte, “halk, hükümet,  devlert” üçlüsünün ortak hareket etme ve ortak karar almalarını engellemek için her yolu denemektedirler. Bunun yanı sıra, BMGK’nin, 186/64 sayılı kararını istismar ederek Kıbrıs Cumhuriyeti’ne tek başlarına sahip çıkan Rumlar, adada yegâne meşru devlet olduklarını iddia etmekte; Bu sıfatı pekiştirip, meşru hale getirmek için, Doğu Akdeniz’de, tek başlarına, Lübnan, İsrail, Mısır ile anlaşmalar yapmakta; Kıbrıs’ın güneyinde “Münhasır Ekonomi Bölge” sini (MEB) ilan ederek burayı parselleyip, bu bölgede, uluslararası şirketlerle doğalgaz ve petrol arama anlaşmaları imzalamaktadırlar.
Bilindiği üzer,Jeopolitik konumu ile Akdeniz, Avrupa’nın yumuşak karnının altı ve en zayıf yeridir. Bu nedenle Avrupa’nın güvenliği Akdeniz’den gelmesi muhtemel her türlü tehdit ve tehlikeye karşı açıktır. Ayrıca, Doğu Akdeniz’de ortaya çıkan enerji kaynakları Avrupa’nın ağır endüstrisinin can damarı olup,  ekonomik kalkınmasının devam ettirilmesi için yaşamsal önem arz etmektedir. Bu nedenle AB, güvenliğini sağlamak ve Doğu Akdeniz’de ortaya çıkan enerji kaynakları ile nakil hatlarını kontrol ve denetim altında bulundurmak için Akdeniz havzasında deniz hâkimiyeti kurma politikası izlemektedir. Bu amacına, ancak, Kıbrıs’ı AB’ne üye yapmakla ulaşabilecektir.
Kıbrıs uyuşmazlığına, “Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin İyi Niyet Görevi” çerçevesinde çözüm arayışında ENOSİS emellerine ulaşamayan ve Kıbrıs’ta ENOSİS’i gerçekleştirmek için, uluslararası alanda destek bulma arayışı içinde olan Rumlar,3Temmuz1990’da, Kıbrıs’ın tamamı adına, AB’ne tam üyelik müracaatında bulunmuşlardır.
Görüldüğü üzere, AB’nin Akdeniz’deki çıkarları ile Kıbrıs’ta, Rumların ENOSİS menfaatleri örtüşmüş; Türkiye ile Kıbrıs Türk halkının bütün itirazlarına rağmen, AB, Birlik üyesi Yunanistan’la, kapalı kapılar arkasında, kurnazca planlanan bir oyunla, uluslararası antlaşmaları, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nı, Zürih-Londra Antlaşmaları ile Garanti ve İttifak Antlaşmalarını, hat ta, kendi iç hukukunu ayaklar altına alarak, 2004’de, yapılan Annan Planı referandumunda “hayır” oyu kullanan GKRY’ni referandumun hemen sonrasında, Kıbrıs’ın tamamını temsilen tam üye olarak kabul etmiştir.Kıbrıs uyuşmazlığında meydana gelen bu önemli gelişme, 1964’de, BMGK’nin almış olduğu 186 sayılı kararla Rumların adada elde ettikleri sözde tek devlet olma iddialarını pekiştirmiş ve ENOSİS’e giden yolda Rum-Yunan ikilisini en son noktaya taşımıştır. O kadar ki, GKRY’nin AB’ne tam üye olmasının hemen ardından, Yunanistan Başbakanlarından KostasSimitis, “Kıbrıs’ta ENOSİS gerçekleşti” şeklinde bir beyanat vermekten kendini alıkoyamamıştır.
Böylece, Kıbrıs Cumhuriyeti olma sıfatını kuvvetlendiren GKRY, AB’nin himayesi altına girmiş ve bu safhada, Rum-Yunan ikilisine göre, Kıbrıs uyuşmazlığı AB’nin bir davası haline gelmiştir.Şimdi AB’nin üyesi olan Rumlar, onun himayesinde ve onun desteği ile hükümranlığını KKTC Devleti’nin topraklarına taşıma gayreti ve beklentisi içindedirler.
AB’nin, NATO’nun alt yapısından yararlanacak şekilde ayrı bir ortak ordu kurması ve ortak savunma sistemi tesis etmesi halinde, Kıbrıs’ın tamamını temsilen AB’nin üyesi olan GKRY, AB’nin kuracağı ortak ordunun ve savunma sisteminin içinde yer alıp, AB ile NATO ile bütünleşebilmek için her çareye başvuracak; bu kurum ve kuruluşları, Kıbrıs’ta ENOSİS’i gerçekleştirmek doğrultusunda sonuna kadar kullanacaktır.
NATO üyesi olan fakat henüz AB’nin dışında bulunan Türkiye’nin tutumu, GKRY’nin Avrupa’nın ortak savunma sistemi içinde yer alıp, almamasında belirleyici olacaktır. Türkiye, AB’ne tam üye olmadan, KKTC’nin AB’ne tam üye olması Kıbrıs Türk halkının felâketi olacaktır.

Sonuç:
Akdeniz havzası sadece, AB’nin güvenlik kuşağı olarak kontrolü altında bulundurmak zorunda olduğu bir bölge olmaktan çok, ayni zamanda politik ve ekonomik çıkarları açısından da nüfuz alanının sınırları içinde bulunması gerekli jeopolitik ve jeostratejik bir havzadır. Doğu Akdeniz de hâkimiyet kurmak; bu havzada ortaya çıkan enerji kaynaklarını ve enerji deniz ulaşım hatlarını kontrol ve denetim altına almak için,  AB, Kıbrıs’ın tamamını temsilen, GKRY’ni Birliğe tam üye yapmıştır. Bu durumdan yararlanmayı fırsat bilen, GKRY, AB’nin koruması altında ve onun desteği ile Kıbrıs’ta ENOSİS’i gerçekleştirme hevesine kapılmıştır. Elli yıla yakın bir zamandan beri Kıbrıs uyuşmazlığına bir çözüm bulunamamasının asıl sebebi, Rumların, hâlâ, Kıbrıs’ ta ENOSİS’ten vazgeçmemelerinde ve AB’nin, Kıbrıs uyuşmazlığına çözüm arayışında, tarafsızlık niteliğini kaybederek Rum-Yunan yanlısı bir tutum sergilemesinde aranmalıdır.
AB, ortak ordusunu ve ortak savunma sistemini NATO’nun alt yapısı üzerine kuracaktır. AB’nin kuracağı ortak ordunun ve ortak savunma sisteminin karar mekanizmaları içinde yer almayacak olan Türkiye’nin, Kıbrıs’ın tamamını temsilen GKRY’nin, gelecekte kurulması planlanan AB ortak ordusunu ve tesis edilecek ortak savuma sisteminin içinde yer alıp, almamasında, kararların oybirliği ile alındığı NATO üyesi Türkiye’nin rızası hayati önem taşımaktadır. Bu nedenle NATO üyesi Türkiye’in, KKTC Devleti ile birlikte izleyecekleri ortak politika, bu konuda, belirleyici olacaktır.
KKTC Devleti, Kıbrıs Türk halkının özgürlük ve bağımsızlık inancının anıtlaşmış bir eseridir. Bugün olduğu gibi, gelecekte de, Kıbrıs Türk halkının sığınacağı en güvenli liman olacaktır. Türkiye’nin fiili garantörlüğü bu eserin vazgeçilmez teminatı; adadaki Türk askerinin varlığı bu eserin yegâne güvencesidir.Kuzey Kıbrıs’a yönelik, değişik yapıda ve özellikte, muhtemel her türlü tehdide karşı zamanında önlem almak, ülkede kamu düzenini, asayişi ve adaleti, ayni zamanda vatandaşların can ve mal güvenlikleri ile ulusal güvenliklerini sağlamak, hiç şüphe yok ki, KKTC Devleti’nin en başta gelen vazifesi ve ayni zamanda varlık nedenidir.

Yirmi Birinci Yüzyılda baş döndüren bir hızla gelişen olayların yeniden şekillendirdiği dünya düzeni içinde önemli yeri olan Balkanla, Kafkasya, Orta Asya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin bekası ve bu bölgede büyük bir güç olarak etkinliğini artırabilmesi, her ne pahasına olursa olsun, hayat alanı olan Doğu Akdeniz’de, çok önemi jeopolitik ve jeostratejik bir konumda bulunan Kuzey Kıbrıs’ı, nüfuz alanı içinde bulundurması ulusal güvenliğinin ve milli menfaatlerininzorunlu kıldığı bir olgudur. Bu durumda, Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki kazanılmış haklarından ve ahdi hukukundan feragat edip Garanti ve İttifak Antlaşmalarını feshederek Kıbrıs’tan askerini çekmesi geri dönüşü olmayan, tarihi ve ölümcül stratejik bir yanlış olacaktır.
Türkiye’nin fiilen garanti altına almadığı ve askeri ile güvenliğini sağlamadığı KKTC Devleti’nin ve Kıbrıs Türk halkının adadaki varlığı, her zaman, Rum-Yunan ikilisinin tehdidi altında olacak ve yaratacağı tehlikelerle karşı karşıya kalacaktır.
Altmış yılı aşkın bir zamandır belirsizliklerle dolu, çok karmaşık bir ortamda ve çok kaygan bir zeminde hareket eden Kıbrıs Türk halkının en başta gelen hedefi, birbirinden ayrılmaz bir bütün olan KKTC Devleti’nin toprak bütünlüğünü, ulusal birliğini ve ulusal güvenliğini (5) korumak; KKTC Devleti’ni tanıtıp, yaşatmak; adadaki varlığını hür ve bağımsız olarak, güven ve refah içinde devam ettirmektir. Hiç şüphesiz Kıbrıs Türk halkı, kendilerine hiçbir yararı olmayan boş konular yerine, gayretlerinin tamamını, bahse konu ana hedefler üzerinde toplamalıdırlar. Anılan hedeflerin gerçekleştirilmesinin Türkiye’nin siyasi, ekonomik, askeri, sosyal ve kültürel alanlarda sağlayacağı güçlü destekle mümkün olacağı izaha yer bırakmamaktadır. Bu durum muvacehesinde, KKTC Devleti’nin üst düzey yönetim kadroları ile kurum ve kuruluşları bir bütün olarak, her geçen gün, TC Devleti’ne biraz daha yaklaşmalı ve her alandaki mevcut bağları ile işbirliğini, kısa, orta ve uzun vadeli planlar yaparak koparılamayacak şekilde kuvvetlendirmelidirler.
KKTC Devleti’nin üst düzey yönetim kadrolarının, her alanda, Türkiye’nin sağladığı desteği dikkate almadan ve AB’ne üyeliği gerçekleşmeden, bağımsız hareket ederek, , Rumlar ile birlikte, AB içinde yer alma sevdasına kapılmaları Kıbrıs Türk halkını geri dönüşü olmayan felakete sürükleyeceği aşikârdır.
KKTC Devleti’nin, Türkiye’nin her zaman ve her alanda sağlayacağı desteğe ihtiyacı olduğu asla unutulmamalıdır. Bu bakımdan, KKTC Devleti’nin, Türkiye ile mevcut bağlarını kuvvetlendirmesi onun egemenliğine bir halel getirmeyeceği gibi, gelişip kalkınmasına bir engel teşkil etmez.

Dip Notları:
1.    İkinci Dünya Harbi’nin son yılında, Almanya’nın yenileceğinin belli olması üzerine İngiltere Devlet Başkanı Winston Churchill, Amerikan Başkanı Franklin Delons Roosevelt ve SSCB Devlet Başkanı Joseph Stalin, 4-11Şubat1945’de Karadeniz kıyısının Yalta kasabasının (Rusya) 3km.güneyinde,Livadia Sarayı’nda bir araya gelerek savaş sonrasında, uluslararası dünya düzeninin nasıl olacağını ele almışlar; daha sonra Churchill, Truman (Roosevelt ölmüş, yerine Truman Amerikan Başkanı olmuştu.) ve Stalin, 17Temmuz-2Ağustos1945’de Potsdam’da (Berlin) bir araya gelerek tam bir oydaşma ile dünya barışının sağlanmasını kararlaştırmışlardı.
2.    Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Meydana Getiren Temel Begeler:
a.    Zürih-Londra Antlaşmaları;
b.    Türkiye, İngiltere, Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti arasında imza edilen Garanti Antlaşması;
c.    Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti arasında imza edilen İttifak Antlaşması;
d.    İngiltere Hükümeti’nin, 17Şubat1959’da yapmış olduğu deklarasyon;
e.    Garanti Antlaşması’na dâhil edilecek ilave madde;
f.    Türkve Yunan Dışişleri Bakanları’nın 17Şubat1959’da yapmış olduklarıdeklarasyon;
g.    Rum toplumu temsilcisinin 17Şubat1959’dayapmış olduğu deklarasyon;
h.    Türk toplumu temsilcisinin 17Şubat1959’da yapmış olduğu deklarasyon;
i.    Kıbrıs’ta yeni düzeni kurabilmek için üzerinde mutabakata varılan tedbirler;
(Prof.M.H. Mendelson Q.C. 6June1997,The Application of “TheRepublic of Cayprus”ToJoinTheEuropeanUnion-İssued as a documentofthe UN General Assembly and Security Councilunderreferance A/51/951 and S/1997/585 on 25July1997-The Status of TheTwoPeoples İn Cayprus; EditBy Necati Münir Ertekün, TRNC Ministry of ForeignAffairsandDefencePublicRelationsDepartment; Nicosia. S:140-141)
3.    Akritas Planı:
Yunanistan’nınbilgisi dâhilinde ve onun onayı ile Cumhurbaşkanı Makarios’un başkanlığında, zamanın Kıbrıs Cumhuriyeti İçişleri Bakanı PolikarposYorgacis, Rum Cemaat Meclisi Başkanı Glafkos Klerides, Çalışma Bakanı TasosPapadopulos ve yasa dışı yollardan, gizlice Kıbrıs’a sokulan Yunan birliklerinde görevli yükse rütbeli subaylar tarafından hazırlanan Akritas Planı “politik ve silahlı eylemlerle, kuvvet kullanarak, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni ele geçirmeyi; Kıbrıs Türk halkını imhayı hedef alan ve bir sıra dahilinde yapılacak örgütsel faaliyetleri içeren politiko-militer bir harekat planıdır. (bakınız: John Reddaway, BurdenWithCayprusThe British Connection,1986, London ss:199-206 )
4.    John Reddeway, BurdenWithCayprusThe British Connection,1986, London. Ss: 199-206
5.    Ulusal Güvenlik:
“Devletin anayasal düzeninin, milli varlığının, bütünlüğünün, uluslararası alanda siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomi dâhil, bütün menfaatlerinin ve ahdi hukukunun her türlü tehdide (çevre kirliliği, nüfus artışı, bölgeler arsındaki göç, gelir dağılımı, işsizlik, açlık, v. b. dâhil) karşı korunması ve kollanması” olarak tarif edilir. (Em. Orgeneral Ahmet Çörekçi, Milli Güvenlik Kurulu’ndan istenen yeni rol, Ulusal Strateji, Ocak-Şubat 2001, s:42)

Ali Fikret Atun
Em. Tümgeneral

Sayfamızı Paylaşın:

Etiketler:

Sayfa Yorumları (0 )
  • ...

Yorum Ekleyin